27 Aralık 2012 Perşembe

(ç)alıntı...

...
Eve gidip uyumak istiyordum. Çözümdü uyumak.
İçmek, uyumak, uyanıp kusmak, işemek ve sıçmak. Hayatta gerçekten önemli olan şeyler bunlardı.
Sevmek, vazgeçmek, sevişmek; ikinci derece öneme sahiptiler. Gene de "ihtiyaç halinde camı kırınız" yazıyordu üzerlerinde. Aniden bastırıyorlardı. Bir eroin krizi gibi. Bir doz alıyordun; dünyan değişiyordu. Kendini iyi bile hissediyordun. Sonra etkisi geçiyordu. Eskisinden daha derin bir umutsuzlukta buluyordun kendini. Devam etmekten başka şansın kalmıyordu...
         Murat IŞIK

...
 

yaralardan bana kalan...

ağlat beni hadi çocuk...
elinde mendilinle koşturdun ya peşimden onca zaman.
hadi biraz da sen ağlat...

vakit çok erken çocuk...
hep bu vakitte gidiyorlar,
hadi sen de toparlan yavaştan...

avuçlarımda kaldı,
çocukluğumdan kalma yaralarımın kabukları,
hani iyileştirecektin ya...
seninkileri de bırak bana çocuk...

bir yudum olmuştun ya sen dudaklarımda,
sanki yeni filizleniyormuş gibi,
anlık bir hayaldi, ne güzeldi...

şimdi vakit, çok erken çocuk...
biliyorum kalamazsın.

o treni kaçır demiştim sana,
es geç benim durağımı,
ellerimde yer yok çocuk,
avuçlarımın içi,
hâlâ saklı yaralarla kaplı...

çok alıştırma kendine çocuk,
mevsimler geçer,
ceketin asılı kalır,
avuçlarımda bir kabuğa daha dönüşür...
kaldıramam çocuk...

20 Kasım 2012 Salı

bazen, 
hani pes edersin ya. 
beyaz bayrağı çekersin... 
halin kalmamıştır... 
ağzın yüzün kan içinde kalmamıştır belki ama, 
paramparça olmuştur yüreğin, 
toparlamaya fırsat bulamamışsındır... 

bazen, 
hani durmadan tekmeler seni hayat, 
yerde olmandan fırsat bilerek... 
karnına karnına vurur, 
tam bitti dersin, 
rahatladım;
tekrar başlar, usanmaksızın... 

tam kalkabilecek gücü bulursun, 
aklın sana bir oyun oynar, 
kapaklanırsın yine... 

tam uzanacak bir el görürsün, 
gösterip de vermiyor zaten hayat, 
bir bakmışsın sırtında iki gözün... 

...

anksiyetem dökülüyor yine gözlerimden, 
dudaklarımın arasından çıkamıyor.. 
yumruklarımın içerisinde sıkışmış bağırıyor basbas... 
siz, korkutuyorsunuz beni... 
sonra merhamet gösteriyorsunuz bir tutam, 
ta ki sabrınız dolana kadar... 
ben, usulca bekliyorum ki, 
ardınızdaki özünüzü görebileyim, 
yine sizden korkabileyim... 


23 Ekim 2012 Salı

noonelikeyou...

Giderken, bir veda mektubu bırakmalı mıyım, bilmiyorum..
ama,
muhakkak ama muhakkak son bir kadehi bitirmeliyim gözlerim kapalı,
yaşayamadığım hayatlarımı dışarıdan izlemenin şerefine...
Senin hayalini kurmalıyım,
özlerken beni...
Belki başkasının gözlerine bakarak kaldırdığın,
o kırmızı kadehlerin içerisinde...
Ve mutlaka, sağlamalıyım bilmeni,
ben daima, oralarda bir yerlerde olacağım...
Bir türlü boğazından geçemeyecek,
bir türlü vedalaşamayacak,
bir türlü, bırakamayacağım seni...
Sen rahatsız olacaksın benden,
ben daha fazla sarılacağım, tutunacağım bağdemciklerine...
Gözlerinde acı bir damla yaş olup,
düşmek isteyeceğim dudaklarına...
Bugün kavuşamadığım, o sıcak dudaklarına...
Doyasıya ilgilenmeliyim onlarla,
doyasıya yaşamalıyım, hissetmeliyim...
doymalıyım belki de...

Yanlış bir zamanın ortasında,
avuçlarıma bırakılmış yegane doğruydun sen...
Ben her zamanki gibi,
zamansızlığımla katlettim seni...
Kendi zamansızlığıma çekip, saklamak isterken,
her defasında biraz daha siliniyordun birlikte olduğumuz o kareden...
Ben bile bile,
sonunu göre göre, kılımı kıpırdatamıyordum...

Şimdi sana anlatmalı mıyım her şeyi,
yoksa gözlerimi yummalı mıyım,
kendi karanlığıma...
Dudaklarına bir kez olsun dokunarak mı ölmek,
güzel bu gece,
Yoksa onların sıcaklığını bilmeden,
hissedemeden kayıp gitmek mi bir yıldızın parlak karanlığında...

Haykırmakla çözülmeyecek bu içimdeki...
Anlatmakla anlaşılmayacak..
Ben senin gözlerine bakamayacağım...
Sen benim sesimi bir daha asla duyamayacaksın...
Başlamadan bitireceğim,
ama bu gece en çok,
kendimi öldüreceğim...

18 Ekim 2012 Perşembe

apocalypse...

Bazen durup düşünüyorum... Hayatımızın nefes alma anları, ne kadar da kısıtlı.. Elimizi attığımızda karşımıza çıkmayan yeşiller, bizlerden başka canlılara olan tahammülsüzlüğümüz, birbirimize karşı olan bitmek tükenmek bilmeyen öfkemiz, sürekli yeni tohumlar ekerek suladığımız agresyon, nefret.. Sabah erken uyanmak, modern kölelik, trafik, tanışmaya tenezzül etmediğin insanlarla yan yana yolculuk etmek, öfkeden trafikte bir tanesine okkalı bir küfür sallamak... Geç kalsan, izah etme stresi...

Tüm bunlardan sıyrılıp, yaşamaya haftada kaç dakika fırsat bulabiliyor insanoğlu, bunu bir düşünüyorum... Yapmak istemediği bir şeyi yapmayınca, sorumluluk stresi yüzünden kendini yiyip bitirip, anın tadı bile çıkarılamıyor... 

Peki ya kıyamet gerçekse? 

Ben inançlı biri değilim. Fakat doğa, elbet pes edecek. Doğanın ciğerlerini söküp, onu yiyip bitireceğiz bizler. Onun sayesinde yaşarken, kendi ölüm fermanımızı her gün yeniden imzalıyoruz. Kendini yenileme gücünü, asla umursamıyoruz...

Peki doğa ölürse? Ardından teker teker bizler de öleceğiz... 

Yarın her şeyin sonu gelse, hangimiz bugün yaşadığımız günden, geçirdiğimiz haftadan mutlu olacağız? Biz hayatta bunun için mi varız? Çalışmak, üretmek, tüketmek, teknolojinin en yüksek safhasında olan iletişimsizlik, birbirini anlamayı bile ağırdan almamak, her şeyi olanca hızlılığıyla yaşamak istemek... 
Sevişmek için sevmeyi bekleyememek. Yemek için pişirmeyi istememek. Öğrenmek için okumaya üşenmek. Tanışmak için bir 'merhaba'yı çok görmek. Çimlere uzanmak için bir türlü vakit bulamamak. 

Hayatımızın günlerini umursamadan bir bir geçirirken, gerçekten de bunları mı hak ediyoruz? 
Bir insanı yargılayıp, parmaklıklar ardına koymak, sorunun en mükemmel çözümü mü? 
Parası olmayan eğitilemez, çoğu zaman hastalığa, bazen ölüme terk edilirken, insanlar içinde hak ettikleri gerçekten bu mu? 
Sokağa çıkmadan bir ekran arkasından konuşmak, onunla bununla.. Yapabileceğimizin en iyisi bu mu? 
Karşındaki yarın orada olacakmış gibi güvenle, öfkelenip laflar savurmak, ya da sen hala orada olacakmışsın gibi... Ânı yaşamak bu mu?... 

'Yaratılan' en akıllı varlık olarak ego şişiren insanın yapabileceği en iyi şey bu mu? Kurabileceği en mükemmel düzen bundan mı ibaret? Baş kaldırmaya bile yorgun muyuz? Kendi kendimizi köleleştirip, hayatımızda bir kaç mutlu gün yaşayınca, sevinmek mi doğal olanı gerçekten? 

Kendimizi çaresizliğe kilitleyip, kendi çaresizliğimizle yaşamak, bunun ise hiç canımızı acıtmıyor olması... İnsanoğlunun evriminde, günlerden bugün... 

12 Ekim 2012 Cuma

düşüyor mu,
üşüyor mu  o hece dudaklarımda..
ölüyorumdur belki,
ölümü düşlüyordur dudaklarım da...
üşüyor mu,
seni mi düşlüyor,
geceleri, karanlık yatağında..
bilmiyorum...
ellerini alıp kalbine sıkı sıkı bastırmak,
yeni bir yuva bulmak mı istiyor...
bilmiyorum...
ölmek daha mı iyiydi ellerinde,
dudaklarından intihar ederken,
apar topar,
acelesi varmış gibi hem de,
ölmek diyorum işte,
biraz ciddice bir mevzu ya hani...
buz tutmuş dudaklarında titremek gibi,
sessizce...
korkmadan seviştiğin bedenlerin aksine,
sessizce...
duvara çarpıp bir bir kırdığın,
döktüğün tüm yüzlerin aksine,
sessizce...
cesaret edemeyeceğin kadar belki de,
sessizce...

sağır eden çığlığının yankısı,
sade bir boşluktan ibaret..
kimse duymadan seversem seni,
sevmiş sayılır mıyım yine de?
kimse duymadan bırakırsam kendimi,
dudaklarının arasından,
ölmüş sayılır mıyım yine de?...

9 Ekim 2012 Salı

liar...

son vermek istediğin hayatların başında kendininki mi var Laure?...
nihayetinde, sen de bir insansın ve,
olabildiğince aç gözlü, kendine aşık ve ölüm korkusu ile dolusun,
değil mi Laure?...
kendinden nefret ederken,
diğer taraftan da üzülmemesi için, bir sürü insanı üzmeyi göze alabilirsin,
değil mi Laure?...
üzülmeyi hak ettiğini kendine itiraf edemezken,
köşe bucak kaçıp, saklanmak, seni bu kadar yorarken,
sen kendi benliğinde boğulurken,
uzanacak bir ele muhtaç olduğun gerçeğini bile kabul etmezken,
ölmeyi hak ettiğini düşünmek, nasıl bir his Laure?...
kendine verdiğin sözler bir boka yaramazken,
daha ne kadar harcayabilirsin,
ne kadar bozdurabilirsin ruhunu?
yamalanmış kalbini kim ister artık,
dönüp kim bakar gözlerine Laure?...
hayır, kadehinde biraz olsun bile şarap yok...
fincanında, kahve yok..
istediğin hiçbir şey,
sen, 'sen' olmadan, gelmeyecek sana,
biliyorsun Laure...
yapacak bir şey yok,
yine duracaksın,
ve yine terk edecekler seni bir bir..
yapacak bir şey yok,
hepsinin ardından baktığın gibi bakacaksın,
gözlerinde yağmurlar biriktirip...
yapacak bir şey yok Laure...
yapacak 'çok' şey var...
sen ise, içlerinden sadece yalnızlığı seçtin...
maskeni düşür hadi Laure...
anlat,
hiç anlamayacak olanlara...
neden kağıtların kanıyor,
hadi söyle onlara...

3 Ekim 2012 Çarşamba

Afternoons in Utopia...



Ütopyamda bir öğleden sonrası...
gökyüzü olanca kırmızı...
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
bir köpekle evliyim, patilerim ise pespembe..
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
ölen hiç hayvan olmadı..
Hepsine sarılıyorum ve,
öpücükler konduruyorum burunlarına..
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
en son çocuk binlerce yıl evvel ölmüştü...
Silah sesi kimsenin hatırında kalmadı..
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
Dostlarımızı yemiyoruz..
Her şeyin azına razıyız,
pek çok yeşillik bizimle çünkü...
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
güneş yakmıyor,
bulutlar burnumun ucunu gıdıklıyorlar...
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
gülümsüyorum,
kucağımdaki kedi, gülümsüyor bana..
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
çimenler yatağım olup, ağaçlar örtüyor üzerimi...
Rüyamda bir nehir kucaklıyor beni..
Yunusların dalga sesini hissedebiliyorum..
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
uyuyakalıyorum...

Yukarıdan, dünyadaki suretime bakıyorum..
Ellerim kanlı...
Ayaklarım çamurlu...
Zenginim...
Acı doluyum...
Sevgiden olanca uzağım..
Sevgiden, olanca uzağız...

1 Eylül 2012 Cumartesi

vahşi bir ölümü takip ediyor, nefes almadığını fark etmeden adeta, yürüyor usul usul..
karanlık korkutmuyor, içine çekiyor sanki..
bir ölümün peşi sıra, koşar adımlarla, duraksayarak yürüyor..
üzerine basmıyor yerdeki kızıllıkların..
sürüklenmiş belli ki... 
belki de sürükleniyor hâlâ?..

bir ölümü takip ediyor, bir umut..
belki alır beni de... 
hep tutunacak eller arayan o el,
bir ölümün peşi sıra sürükleniyor...

parmaklarından çalmışlar,
derisini kurutmuşlar,
kızıl acılar bahşetmişler ona,
uzandığı eller...
ne ummuş, kim bilir..
belli ki sürükleniyor şimdi... 
hâlâ umutlu...

ölümün sesi tatlı mı dersin?
nefesi sıcak mı?
ölüm, öyle bir çığlık mı?
arından gelen çığlıklar gibi,
acı mı gerçekten öyle?...

ardından her şey kıpkızıl...
ardından,
tahammül yitik.. 
suçluluklarımı yıkayıp gözyaşlarımla,
temizleyemiyorum..
ellerimden kayıp giderken,
o küçük çığlığınla,
acıyor canım...
çok acıyor...
zihin, bir boşluk.. 

seninle ölmeye gelmek istiyorum,
kısa bir yürüyüşe çıkalım,
diyorum..
belki bu sefer korkuyorum...

uzattığım el,
sürüklüyor saçlarımdan,
bileklerim kıpkızıl,
güneş doğmazsa,
öleceğim..

bir damla umut düşüyor gözlerimden,
yankılanıyor boşluğun duvarlarında,
sonunda titreyerek bırakıyor kendini kirli yastığının üzerine.
artık işi bitti seninle... 

25 Ağustos 2012 Cumartesi

kimin hayallerine dadanıyorum ben,
neler yapıyorum tam da şu an...
kimin gündüzlerini boyuyorum,
kapkaranlık bir siyaha..
kimin gözlerindeki yaş olup,
boğazına düğümleniyorum...
kimin hayal kırıklığıyım ben?...

medet umma,
biraz olsun bile,
yaklaşma mesela,
o kapıyı çalma,
açma ışıkları,
telefona yan gözle bile bakma...

acıtıyorum..
kendi kendini düğümlüyorsun,
ruhum kayıp gidiyor..
uzaklardan bir geminin güvertesine bırakıyor kendini,
sen hâlâ ordaymışım gibi...
sen hâlâ...

kimsin sen, bilmiyorum...
ben yıkılmaya hazır bir dominonun,
başındaki o taşım...
elbet canını yakacağım...

18 Ağustos 2012 Cumartesi

29 Temmuz 2012 Pazar

arabesque...

üşüyorum..
özlüyorum en çok..
sen anlamıyorsun,
anlamamayı seçiyorsun..
ben ağlıyorum,
yağmurlu havanın ardından gelen gökkuşağı gibi,
bir beliriyorsun,
bir kayboluyorsun gözbebeklerimde...

sen gidiyorsun..
ben duruyorum..
sen gittiğini sanıyorsun,
ben sana yeniden aşık oluyorum..
sen, özlemem sanıyorsun,
ben, bir de özlemine aşık oluyorum..

sen, gittiğini sanıyorsun,
ben her gece sana sarılıyorum..
sen, gelmiyorsun,
ben her sabah seninle konuşuyorum..

uykularımın katili oluyorsun,
yine de sana kızamıyorum...
damlalar biriktiriyorsun gözlerimde,
ağzımı açıp tek kelime edemiyorum..
midemde bir sancı,
damarlarımda büyük bir acı oluveriyorsun,
öldüremiyorum,
dokunamıyorum,
konuşamıyorum...

ben yazıyorum... sen okuyamıyorsun... 

10 Temmuz 2012 Salı

özlemin büyük bir volkan olup,
taşıyor göğsümden, durmaksızın...
dikenli tellerle çevrilmiş,
yalandan bir duvar örüyorsun..
ardında seni göremiyorum,
bir vakit sonra...
özlemin kalbimde kabuk bağlıyor,
durmaksızın...
gözyaşlarım sana akmak istiyor,
kelimelerim peşinden gelmek...
ellerim sana tutunmak istiyor,
o duvarı aşmak istiyor tüm bedenim,
kanayacağını bile bile,
durmaksızın...
gözlerim,
kapanmak istemiyor sensiz gecelerde..
ben, hükmetmeye çalışıyorum,
mağlup oluyorum,
durmaksızın...
hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden..
hüngür hüngür ağlamak,
nasıl ihtiyacım var...
akmıyor,
birikiyor,
içimde büyük seller yaratıyor,
ben, boğuldukça boğuluyorum...
karaya vurmuş bedenim,
yorgun..
kanıyor...
yanıyor...
yalvarmak istiyorum durmaksızın,
yalvarmak..
"ne olur biraz gözyaşı... 
ne olur biraz merhamet..."

30 Haziran 2012 Cumartesi

paçalarımdan çekiştiriyorlar binlercesi..
gökyüzüne doğru koca bir adım atmak istiyorum..
yıldızların sarkıttığı halatlara tutunup,
tırmanmak istiyorum onlara..
derin bir nefes alabilmek istiyorum,
yüksek basıncın koynunda..
biraz uyuyakalmak istiyorum..
ben yalnızca karanlıkta uyuyabilirim..
sönük bir yıldızın kucağına kıvrılmak istiyorum..

bana yüzgeçler hediye edin..
yalnızca..
o maviliklere sarılmak istiyorum,
okşasınlar tenimi,
sarıp sarmalasınlar,
ben tepemdeki güneşten,
çok uzaklardayken..
çok uzaklardayken ben,
olanca seslerden..
yüzgeçlerim ve ben...

ah, o gramofon benim başımı döndürüyor!
bir taş plak oluyorum o dolunaylı gecede,
yanımda bir şarap kadehi,
kırmızı gülümsemesi ile göz kırpıyor,
cezbediyor beni..
üzerindeki dudaklar kime ait?
hangi kulaklar dinliyor beni?
umursamıyorum...

sokağın bir köşesine kıvrılmış,
o köpeği istiyorum..
yalnız ve yalnızca..
sizler lütfen,
terk ediniz dünyayı..
ikimizi baş başa bırakınız..
lütfen,
artık gidin başımdan..
lütfen...

belki de ben,
gözlerindeki karanlıktan daha fazlası olmak,
istemiyorum,
yalnızca...


26 Haziran 2012 Salı

Razorblade...

Dizleri hariç, hiç kanamamış insanlar var..
Canlarının yanmasından deli gibi korkuyorlar.. Diğer insanların yaptıkları yüzünden, canları yeterince yanıyor zaten.. Pürüzsüz ciltlerine zarar gelmesini istemiyorlar. Acılarını sonuna kadar ruhen yaşamak istiyorlar... 

Geçmişten küçük bir kız, bir şeyler anlatmak istiyor...


Acılarımı büyütecek kadar küçük bir yaştayım, bugün, bu karanlık odada.. İç dünyama kıyasla oldukça küçük ve oldukça dar.. Sevmediğim bu evdeki bu oda, tüm huzursuzluklarıma açılıp, kapanan, bir kapı gibi.. 
Hemen karşısında bir banyo kapısı var.. Ezan sesi ile birlikte beni en huzursuz eden şeylerden biri de, bu kapı.. 
Annem ve babam, bu evde yoklar.. Babam, olması gerekenden daha uzun bir süredir yok.. Annem, alışık olduğumdan çok daha uzun zamandır yok.. 
Olmaması gereken bir sürü insan var.. 
İçten içe yaşamayı hak etmediğim, zorunda olmadığım şeyler oluyor.. Neden hak etmediğimi ve katlanamadığımı, daha sonra anlayacağım.. Henüz anlayamıyorum.. 
Dostoyevski okuyorum.. 
Şarap, güzel geliyor.. Vodka kusturuyor.. 
Babamı özlüyorum, çok acı çekiyorum. Aşık olduğum ilk erkeğin yokluğuna tahammül edemiyorum. 
Bu odanın duvarlarına tahammül edemiyorum..
Bir şekilde canım yanıyor, göremiyorum...
Manevi halden maddi hale bürünmelerini, onları seyredebilmeyi istiyorum... 
Banyoda, aynanın önünde minik jiletler var..
Aklımdan neler geçiyor bilemiyorum... 
Bir tanesini, kaygan kağıdını bozmadan çıkarıp avuçlarımın arasına alıyorum,
iki adım sonra odamdayım.. 
Parmaklarımı üzerinde gezdiriyorum.. 
Keskin bir tarafı yok gibi?
İncecik, ağır da değil.. 
Bunu git gide merak ediyorum.. 
Sağ kolumu kendime çeviriyorum.. 
Enlemesine bir çizgi.. Hiçbir şey olmuyor.. 
Bir şey görünmüyor.. acı yok, kesik yok, kan yok.. 
Hafif bir çizgi daha.. 
Hiçbir şey olmuyor.. 
Bir tane, bir tane, ve bir tane daha.. 
Anlayamıyorum, böyle olmamalı.. 
Hafif jileti masanın üzerine öylece bırakıyorum. 
Belki de ben tam bir korkağım.. Minik korkağın teki.. 
Kimse uyanmadan şunu yerine koymalıyım.. 
Banyonun ışığı gözümü alıyor, karanlık ve ufak odadan sonra..
Aynaya bakıyorum, jileti kağıdına yerleştiriyorum.. 
Yoğun bir kırmızılık, gözüme çarpıyor..
Kendi kanım, küçük pıtırcıklar oluşturmuş, derimin üzerine çıkmaya çalışıyorlar.. 
Hafif bir sızlama...
ve yanma..
Hemen kolumu yıkayıp odama peçetelerle dönüyorum.. 
Kan sakinleşiyor çabucak...

Bu minik acı ve sızlama, hoşuma gidiyor.. Bir alışkanlığa çeviriyor kendini..
Terleyince, vücudumdaki tuzla beraber yanıyor..
Güneş değince, daha da yanıyor..
Beyaz tenimin üzerinde kırmızı kırmızı parlıyorlar.. 
Acımı kendi ellerimle kontrol edebiliyorum, tam o anda.. 
Acımdan utanıyorum, insanların baskılarını, 
aslında asla ellerimde olamayacak o özgürlüğün yokluğunu fark ediyorum.. 
Bakışlarındaki anlamamazlığı.. 
Acısını seven bir insan olabileceğine ermeyen akıllarına bakıyorum uzaktan.. 
Acılarımı seviyorum.. 
Onları görüp, onlara dokunabilmeyi, daha da çok seviyorum.. 

Soyut acılarla birebir, tamamen aynı bir acı, tenimdeki.. 
Önceleri hissetmeden, sonraları hafif bir sızı ile..
Daha sonra durmadan kanayarak, 
ve uzun bir müddet tazeliğini koruyarak, duruyor, olduğu yerde.. 
Sızlıyor, yanıyor, kabuk bağlıyor, bazılarının izi kalıyor.. 
Göremediğim için unuttuğum acıların aksine, 
orada bana sürekli kendini hatırlatıyor.. 

***

17 Haziran 2012 Pazar

sen hangi hissi seviyorsun? diye sordu, mutsuz'luğu seven adam...
hepsini.. diye cevaplayıverdim.. onunla konuşurken asla "sanırım" demek istemiyordum.. "bilmiyorum" dememeye dikkat ediyordum... kendinden emin bir kedi gibi dik durmak istiyordum karşısında...
hiç "bilmiyorum" demiyorsun, ben çok diyorum sanırım.. herkesi kendim gibi sanıyorum şu sıralar... deyiverdi, aklımdan geçenleri okumuş gibi.. belki de okuyabiliyordu. keşke okuyabilseydi...
her şeyi bir bir anlatabilseydim ona keşke..
denizin üzerinde bulundurduğu bir sandalı olsa,
dört tarafı denizle çevrili bir kara parçasına atsaydık kendimizi keşke...
ben dünyanın gerçekliğinden uzak peri masallarına dalmışken,
bir şarkı söyler misin? cümlesiyle kendime geldim.. gözlerinin içinde kendimi görebilsem, inan söyleyemezdim...
bir, iki, üç... öylece akıp gittiler dudaklarımdan...
biliyor musun, adamın birine yalvarıyorum, ona şarkı söyleyebilmek için... diyesim geliyor.. diyemiyorum..
sesimi duymak istemesi için kendimi parçalayasım geliyor... diye anlatmak istiyorum, anlatamıyorum...
uyanınca aklına düşebilmek için kilometrelerce koşasım geliyor... söyleyemiyorum...
beni bir kere özlesin diye kalbimi ellerinin arasına koymak istiyorum... 
öfkelenmek, delicesine sinirlenmek ona, duvarları yumruklamak istiyorum... yapamıyorum... 
hüngür, hüngür, ağlamak istiyorum sinirimden... ağlayamıyorum...
bunları sana anlatamıyorum...
anlatmam gereken, sen değilsin...
ben de değilim...
bazen, sinirden ağlayasımız gelir ya... bazen, çok sevdiğimiz birine sinirlenip.. hani ağlamak isteriz ya, sinirlenemeyip... işte, ben o hissi sevmiyorum... 
gözlerimin içinde gülümsemesi yankılanıyor... anlıyor belki de...

***

o'na olan zaafımdan, utanıyorum adeta..
kendi kendimi azarlıyorum,
kendi dizlerimi kanatıyorum,
hep salıncaklardan düşüyorum,
bisikletten yuvarlanıyorum...
şekeri alınmış bir çocuk gibi,
zırıl zırıl ağlamak istiyorum...

beklemek dünyanın en büyük işkencesine dönüşüyor...
öfkem bir med cezir gibi kayalara çarpıyor,
büyüdükçe büyüyor zihnimde,
tek bir cümlesiyle ıslak kumlardan geriye çekiliyor...
uysal bir kedi gibi kıvrılıyor koltuğun köşesine...

ben,
utanıyorum...

***

sana sorduğumda "iyiyim" demedin... sanırım sen, herkes gibi değilsin... 
iyi olmak için de, kötü olmak için de bir çok nedenim var, ya da bir tek nedenim bile yok... ama "normal" olmak açıklama gerektirmiyor.. işte ben insanları, böyle seviyorum... 


***


sırf
sen seviyorsun diye, 
kendimi, 
uçurumdan aşağı atamıyorum... 













13 Haziran 2012 Çarşamba

ben istiyorum ki;

bu gece,
herhangi bir gece,
sakin olun istiyorum..
sakin olun,
lütfen Beethoven dinleyin,
7. Senfoni'nin 2. bölümünü açın,
mesela, dinleyin...
şu an yaptığım gibi..
sizin de aklınızdan binlerce şey geçecek mi?
merak ediyorum...
onlarca, yüzlerce, binlerce şey...
buraya yazamayacağınız.
anlaşılacak bir müzik değil,
hissedilecek bir müzik,
huzur bulmak, dinlenmek, sakinleşmek için değil,
her duyguyu hissetmek için,
öfkeyi, heyecanı,
dinginliği,
ve, saire...

içimde,
içime oturan kocaman bir his,
büyük bir boşlukta oturan kocaman bir his,
saçmalık... 


şu an yaşadığımız,
yaşamak zorunda olduğumuz her şey,
sanki tamamen saçmalık...
tamamen...
...

Electric blue eyes, where did you come from?...

kafamı kaldırmaya mecalim yok gibi..
kafamı kaldırmadan yazıyorum
yanlışlarımı asla umursamadım..
onları sürekli tekrar etmemden anlıyorum bunu..
klavyenin her tuşunu ezbere biliyorum..
kafamı kaldırmaya ihtiyacım yok.. olmuyor..
hata yaparsam, aynı hatayı ikinci kere tekrar edeceğimi de biliyorum..
bu yüzden onu önemsememe gerek yok...
zamanım bolmuş gibi, onu kaybedip duruyorum..
ne yazmaya gelmiştim ben buraya?...

ah, evet.
saçma gidişini,
saçma dönüşünü
ve her hamlende bir öncekinden daha fazla sıçtığın ağzımı..
sanırım, bunları yazacaktım..

kırık kalpler çarpmıyormuş, haberin var mı?..
tamir olmuyorlarmış,
ve bir daha geri gelmiyorlarmış...
halbuki,
o zarfı açıp okurken parmaklarından düşenleri,
sesinin tınısı kulaklarımda yürürken,
gülümserken,
kalbim allegro bir esere eşlik ediyor gibiydi adeta...
sen her şeyi mahvettikten sonra,
ayağa kalkıp ne yapmalıyım, bilemiyorum..
bu sefer, gerçekten
bilemiyorum..
çünkü biraz yorgunum,
ondan da fazlası, durgunum...
geleceğini biliyordum,
bu en kötüsüydü...
bazen bilmek,
evet en kötüsüdür..
hep bilmek isteriz ya?

ben her dilek hakkımda, seni diledim...
inanmak istememecesine içten bir şekilde inanarak,
her üflediğim mumda,
her kapattığım falda,
her yıldız kaydığında,
yanağıma düşen her kirpikte,
ben salak bir çocuğa dönüştüm..
senin sesini bir kez daha duyabilmeyi diledim...

çocuklar çabuk sıkılıyor,
çabuk vazgeçiyordu..
gözden kaçırdığım önemli bir detaydı sanırım...

yine de,
bilemiyorum...
ben aynı hatayı tekrar tekrar tekrarlamadan önce,
bi' siktir olup gitsen keşke...

31 Mayıs 2012 Perşembe



bir insanın kalbini, ellerinin arasında tutmak çok zor..
bir hayvana yaklaşmak çok kolay... başını okşamak, tüylerini sevmek, burnunu öpmek, sarılmak, kucağında yatmak...
bir insanın saçlarına dokunmak alelade, çok zor..
düşüncelerini önemsememek, gözlerinin önündekini umursamıyor oluşunu düşünebilmek çok zor...
bir hayvana sarılmak çok kolay..
seni istemezse, o an istemediği içindir..
çirkin olduğun için değil, kötü koktuğun için, kısa, uzun, zayıf, şişman, esmer, sarışın, iyi veya kötü olduğun için değil...
bir insana sarılmak, zorundalıklar ve sorumluluklar bütünüdür..
kendini beğenmeye, beğendirmeye çalışmak zorundasındır,
kaybetmemek için bir sürü sorumluluk gerekir, öyle alelade çekip gidemezsin de, istediğin vakit..
sebepler, bahaneler bulmak zorundasındır..
hep çekip gitmek istersin..
hep çekip gitmek istiyorum..
siktirolup gitmek istiyorum girdiğim tüm hayatlardan...
ben bir filin kulaklarının altında yaşamak,
bir ayının göbeğinde uyuyakalmak,
bir tilki ile ormanda dolaşmak,
bir yılanın gözlerinin içine bakabilmek istiyorum yalnızca...
girdiğim hayatların hepsi yanlışlıklardan ibaret..
istiyor gibi görünmem, yalnızca bir illüzyon..

***

huzursuzluğum adeta çamur gibi, paçalarıma bulaşmış..
timsahlarla dans etmek adına yüzüyorum o bataklıkta..
huzursuzluğum adeta boynumdaki bir bıçak gibi..
huzursuzluğum, elimdeki tabanca gibi,
şakağına dayamaya can attığım...

***

beni kendimden daha çok seven
herkesi
öldürmek istiyorum
bir bir...

23 Mayıs 2012 Çarşamba

sen yokken çok saçmaladım ben.. çok dağıldım.. çok dağıttım..
kırdım, döktüm bir bir... 
sen yokken en çok, özledim ben.. 
bir kılığa büründü özlemim, 
sarılıp uyudum sıkı sıkı.. 
sen sandım, sevdim, seviştim.. 
bağlandım, alıştım, kavga ettim, 
ayrıldım, unuttum... 
sen beni terk ettin, 
ben özlemini terk ettim.. 
sen beni unuttun, 
ben özleminle birlikte, seni unuttum... 


bir ilkbahar rüzgarı seni burnumun ucuna düşürmeden evvel, 
ne de huzurluydum... 


dayanamazsın yüzmeye, gözyaşlarımın biriktirdiği okyanusta.. 
taşıyamazsın içine özlemlerimi doldurduğum kumbaramı... 
bilmiyorsun o dili, okuyamazsın sevgimi sayfalarca yazdığım o defteri... 
kırmızı kapaklı... 


ne var biliyor musun?
intikam, tek kişiliktir...
ben senin intikamın olmayacağım... 
sana yardımcı olmayacağım... 
hadi o trene bin şimdi.. 
korkma, çek o tetiği... 
terk edilmişliğinin altında ezilmeden, 
git şimdi... 

17 Mayıs 2012 Perşembe


damarlarımdaki alkolden farkın yok,
gecenin sonunda midemden boğazıma kadar hızla koşup,
dışarı çıkmak isteyen bir bulantıya dönüşmen ise,
an meselesi...

7 Mayıs 2012 Pazartesi

tutunmaya çalıştığım o eller, çok yabancı.. 
düşmeyeceğim o uçurumdan biliyorum.. 
ellerinden, anlamsız bir medet umuyorum... 
göz bebeklerime işlerken kendini,
bir tutam tadına bakmak istiyorum..
ne kadar harcayabilirim, 
pek emin olamıyorum.. 
gözlerimi açmak istemiyorum, 
duymak yetiyor,
her zaman yetmişti... 
sadece birer silüet olun istiyorum, 
sizleri görmek istemiyorum.. 
bakışlarınızı üzerimde istemiyorum... 

boynumdaki nefesin, 
bana güzel bir yarın vaat ediyor..
ben neden kana kana içiyorum nefesini,
neden inanıyorum, 
bilmiyorum... 

sanırım o ben değilim..
sanırım o bir yansıma.. 
sanırım anlamayacağın cümleler kuran 'o'
benim... 

basitleştiremiyorum...
insan olmandan, 
korkuyorum... 

29 Nisan 2012 Pazar

bazen, şeytanın yeryüzündeki bulanık bir yansıması oluyorum..
bu, kalbimin hızla çarpmasına,
suçluluk duymama,
biraz pişmanlık hissetmeme,
en kötüsü de içten içe,
mutlu olmama neden oluyor..

evet, bazen kötü oluyorum..
evet, bundan mutlu da oluyorum...
evet, sizin acizliğinizi suratınıza bir tokat gibi çarpıyorum...

çalıyorum; asla pişman olmuyorum. çünkü onlar bizden her zaman çok daha fazlasını çalıyorlar..
birinin canını yakıyorum; çünkü o da bir başkasına, asla acımayacak.
fiziksel zarar; sandığınızdan çok daha eğlenceli olabiliyor. bir süre sonra, karşınızdaki gözlerin yalvaran çığlıklarına bağımlı olabiliyorsunuz..
o muhteşem aşklara bir son veriyorum; çünkü sikimde bile değil, birbirinize taktığınız kelepçeler ve söylediğiniz yalanlar.. aldatılıyorsanız, üzgünüm. benimle aldatılıyorsanız, çok zevk alıyorum!..
bir insanı asla sevemiyorum; ona ihtiyaçlarım yüzünden yakınlık gösterip, işim bittiğinde buruşturup çöp kutusuna atıyorum. bu başlarda zor geliyor..

en çok da yaptıklarımın ardından konuşulması, haz veriyor.
mutluluk oyunları,
küfürler,
övgüler...
sizin acılarınızdan, kendi anksiyetemden besleniyorum.
ben kötülük yapıyorsam,
siz bunu çoktan hak etmişsinizdir...
hepinize yukarıdan bakıyorum...

22 Nisan 2012 Pazar

sürekli uyuyabilirsin..
uyanamazsın,
yazamazsın,
okuyamazsın,
konuşamazsın,
dinleyemezsin,
ağlayamazsın,
gülemezsin,
fakat, durmaksızın özleyebilirsin..
güvelerin didiklediği kumaşlar gibi,
içini kemirip, büyük boşluklar yaratır,
özlem...
her gün ayrı bir boşluktan aşağı düşer,
ayrı bir suretin..
her biri daha fazla ağlar,
daha fazla bağırır,
daha fazla intihar eder,
daha fazla susar,
daha fazla isyan eder,
saçlarından çekerek sürükledikleri derin boşluklarda,
üzerine özlem toprakları serpip,
durmaksızın öldürmeye meyillenirler seni...
özlemekten ölemiyormuş insan..
çaresiz bir hastalıkmış,
her gün ölüp,
her sabah yeniden uyanırken,
gözbebeklerine batan dikenler olurlarmış,
her biri...
kumbaramda biriktirdiğim özlemlerimi bozdursam,
bir tutam sen etmez mi?...

13 Nisan 2012 Cuma

sanırım, siz beni öldürüyorsunuz bayım..
hayır hayır! şaka yapmıyorum... yanlış bir şeyler yapıyor olmalısınız şu an..
evet, o ellerinizdeki kan bana ait
ve dudaklarınızdaki o tebessümü de, benden çalmış olmalısınız,
hatırlıyorum..
sanırım şu an, parmak uçlarınızdaki ölüm,
derimin üzerinde geziniyor..
yanlış bir şeyler yapıyorsunuz bayım, ne olur artık uyanın!..
acımasız bir çift göz sırtımdaki,
oradalar biliyorum..
durun bayım!
açtığınız o yaraları, öylece dikmeye çalışamazsınız,
elinizdeki çuvaldız ile..
hayır bu bana yaptığınız küçük bir iyilik değil!..
gözyaşlarımı silen parmaklarınız,
kaktüs çiçekleri mi onlar?...
şimdi durun lütfen,
bir kaç adım, uzaklaşın ve kapıyı kapatırken,
tüm gücünüzle çarpın!
ben en çok o sesten korkarım biliyor musun?!
evet, o kapıyı muhakkak çarpın...
hayır bayım, beni yanlış bir saatte öldürüyor olmalısınız!
henüz gökyüzü apaydınlık..
ufak bir yanlışlık seziyorum..
kocaman bir yalnızlık seziyorum!..
ben burada kiminle konuşuyorum?..
çığlıklarım yankılanıyor,
cevap veriyorlar sanıyorum bana!
sadece yankılar oysa ki...
henüz hava kararmamış,
gözlerimi açmaya korkuyormuşum yalnızca,
yalnızca konuşabiliyor musunuz bayım?
dilimi biliyor musunuz?
öğrenmesi ne acı...
olmayan bir alfabeden cümleler kurmaya çalışmak,
ne acıklı...
o çiçekleri, koparmayın bayım..
henüz fazla masumlar..
güzel bir hediye için,
lütfen sıradaki ölümü, bana lütfedin...


***


*son romantik değil, Rachmaninoff..! Chopin, ilk ve son romantiktir! tüm saçmalıkları kabul ederim fakat bunu asla!.. 






***

11 Nisan 2012 Çarşamba

Günlerdir, omuzlarımdan aşağı dökülüyor ölüm gibi bir soğuk.. 
Parmak uçlarıma yerleşip, onları hareketsiz hale getiriyor.. 
Sayfaları çevirmek dahi zorlaşmışken, 
O adamın yarattığı dünyada kaybolmaya çalışıyorum.. 
Bir geminin demirleyebileceği onlarca liman var iken, 
bir insanın sığınabileceği tek ihtimal, 
canımı fazlasıyla sıkıyor..  
Kulağımdaki kadın, 
kimsenin bilmediği, ama benim çok iyi bildiğim bir dilde mırıldanıyor...
"Mornie alantië..."
Gözlerimle savaşmam etik mi bilemiyorum..
Kadını kıskanmıyorum.. 
Yalnızca sesini kıskanıyorum, kadifemsi.. 
Burnumda bir kahve kokusu diliyorum, 
sanırım çok şey istiyorum... 
Aklıma düşüyor bulutların arasından, 
özlemle doluyorum.. 
Sanırım, çok şey istiyorum.. 
"Belki, bir akşam yıldızı parlayabilir, gökyüzünde..."
Gözbebeklerimden aşağı dökülebilir, yeryüzüne.. 
Toprağa düşüp, yağmurun getirdiği nemli havada, 
burun deliklerinden içeri girebilir,
sana ait olan... 
Belki de, bu dünyada yaşamıyorum... 
Yaşayamıyorum... 

8 Nisan 2012 Pazar

tüm bencilliğimle dikenli tellere sıkıştırıyorum,
tüm hayallerini..
kalbini bir fare kapanına kıstırmak,
göz kapaklarını birbirine dikmek istiyorum,
tüm bencilliğim ile...
ellerinin derisi yüzülsün,
benden sonra tuttuğun bütün elleri unutsun,
silsin hafızasından istiyorum...
yeni dudaklar
ve yeni bir dil bulalım istiyorum sana,
hafızası olmayan..
bileklerine prangalar takmak istiyorum,
diğer ucu kendi bileklerimde olan..
tüm özlemlerim için vücudunda onarılmaz yaralar açmak istiyorum..
tüm gözyaşlarım en korunmasız ânında yakalayıp,
sırılsıklam etsin bedenini..
uykusuz gecelerim toplanıp, taciz etsinler yatağını..
tüm sarhoşluklarım bir çelme taksın sana, yere kapaklan, dizlerin kanasın,
bir şevkatli el olup, silebileyim istiyorum gözyaşlarını...
sen beni çirkin bir canavar,
ben kendimi aşık sanıyorum...
belki aynı köprüden atlayıp,
intihar ederiz..
oturmuş, bekliyorum...

2 Nisan 2012 Pazartesi

saçlarım, paçalarım, montum sırılsıklam olmuş bir halde,
kulağımdaki melodilerle hem yürür,
hem üşürken,
biraz da titrerken,
peşime takılıverdi..
sadece göz kırpıp geçmiştim,
o kadar üşürken,
hiç vaktim yoktu eğilip sevmeye..
benim için ilkti sanırım bu ama,
öyle olmuştu işte...
peşime takılınca dayanamadım..
gözlerinin içine bakıp başını okşadım,
burnunu sevdim,
kulaklarına dokundum..
yürümeye devam ettim,
peşimden gelmeye devam etti..
ıslanmıştı,
yetişeceği bir yer,
yakalayacağı bir otobüs,
gitmek zorunda olduğu herhangi bir yer yoktu..
ama o yine de ıslanmıştı, sırılsıklamdı..
bir apartmanın girişinde saklanmamış,
bir saçağın altında korunmamıştı,
sağanak yağmurdan..
yatıp uyumak için bile,
kuru bir yer aramamıştı..
apartmana doğru yürürken,
bahçe kapısından girmeyip beklemeye başladı...
ellerim leş gibi köpek kokuyordu,
dayanamayıp gittim,
oturdum yanına..
zaten ıslanmıştım yeterince, 
biraz da kıçım ıslansın.. 
metropol hayatında yapamadığımız kahvaltıların,
artıkları duruyordu çantamda..
yarısı yenmiş, 'ara ki bulasın peynir'li poğaçadan koparıp,
uzattım burnunun dibine kadar..
kokladı, ağzını kocaman açıp ham yaptı.
3. lokmayı yemedi, onu da ben attım ağzıma. kardeş payı! 
hâlâ oturmaya devam ediyordu benimle..
kötü kokuyordu, ıslaktı, beni de ıslatıyordu,
dünyadaki en güzel şeydi..
gözlerine bakarken binlerce şey geçiyordu aklımdan..

yolda yürürken, tanımadığımız biri bize göz kırpsa ne yaparız? ne küfürler ederiz içimizden? hangi kibirlerle çeviririz kafamızı diğer yana?..
yolda yürüyen birinin peşine takılıversek, orada durup sever mi bizi? yoksa tedirginlikle cebindeki biber gazına mı sarılır?..
bu kadar ıslakken, kim dokunmak ister, saçlarımızı okşamak, burnumuzu öpmek, gözlerimize bakakalmak...
bu kadar kötü kokuyorken, bırak sevmeyi, hangi kötü kelimeleri sıralarlar ard arda?..
sırf "sevmek" için, yemeğini paylaşmak, dokunmak, sarılmak için, kim ıslak kaldırıma kıçını koyar dakikalarca, hem de üşüyerek?..
o, ölümüne iyilik yaptığınız leş insanlar, teşekkür etmek bir yana, kuyunuzu kazarken,
onları mı tercih edersiniz, yoksa iki lokma için ellerinizi yalayan köpeği mi?..
lokmanızı kapmak için tüm gururunu ayaklar altına seren o insanları mı tercih edersiniz,
son lokmayı size bırakan o köpeği mi?..
hayatınıza, evinize, işinize her gün defalarca tecavüz eden o insanları mı tercih edersiniz,
yoksa bahçe kapısından içeri adımını bile atmayacak kadar asil, o köpeği mi?..

insanların acizliği ve doğanın mükemmelliğinden bahsetmeyeceğim.. 
çünkü bundan bir sik anlamayacak insanların varlıkları ve kurdukları cümlelere tahammülüm yok... 

28 Mart 2012 Çarşamba

bir an, sonuna kadar açıp pencereyi
boğazın yırtılana dek çığlık atmak istiyorsun...
hayat duracak sanıyorsun,
yeteri kadar bağırabilirsen...
pencereyi açıyorsun,
şehrin iğrenç gürültüsü çarpıyor suratına.
okkalı bir tokat yiyorsun...
sinirleniyorsun,
başın zaten ağrıyor deli gibi...
bir şeyler dinlemeye ihtiyacın var,
kulaklık doğru düzgün çalışmıyor,
ağlamak istiyorsun,
neden ağladığını anlayamıyorsun..
kulaklığın kablosunu doluyorsun boynuna,
ne yapacaksın?.. 
düzeliyor bir kaç sinir krizinden sonra...
sen bozuluyorsun,
bildiğin tüm küfürleri sarfetmişsin,
ah şu baş ağrısı! ...

***


bu delilik için, onlarca ve hatta yüzlerce sebebim var.. sevmiyorum saçlarımdaki kokuyu. sana güzel gelen hiçbir şeyi sevmiyorum.. cam bir fanusun içerisinde, kendimi okyanusun dibinde sanıyorum... karşı koyacak fırsatım olmuyor hiç, farkedecek şansım olmuyor.. aynı duvarlara tosluyorum...
farkını ödeyip temiz bir ruh satın almak istiyorum, kendiminkini iade ederek, üzerime olanını bulamıyorlar bir türlü..
tüm torbalarda boş umutlarım var, tren raylarının üzerinde onlarca umut taşıyorum..
kimse elinde bavuluyla beklemiyor beni.. hiç bir durağa varamıyorum bir türlü..
çığlık atamıyorum...
girmediğiniz çıkmaz sokağın bir köşesinde, hayallerime asılmış çamaşırlar yüzünden nemleniyor tüm zihnim...
her şey daha da bulanık düne göre..
bir lokma ölümü yutuveriyorum, az su ile birlikte...
ölümünüz, elinizden alınmamıştır hiç.. ta midemden alıyorlar onu, bunca uğraşa değer gibi...
bir ölüm doğurabilirdim, içimde besleyip, her gün sulayabilirdim, olmuyor...
adam asmaca oynuyor küçük veletler, damarlarımda...
adamlar damarlarıma tecavüz ediyorlar durmaksızın.. hep öleyim istiyorlar, onlar hep daha fazla yaşasın!
öldürün öldürebilirseniz! benim canım çok yanıyor!... 
yarınların tozunu alıyor kadının biri..
bırak dağınık kalsın!.. 
görmek istemiyorum onların hiç birini...
bardağın dolu tarafını uzatıyor bana...
tecavüz etsinler istyorum ona, onlarca gölgeler...
düşünmeden öldürsünler ve gecenin içerisindeki bir çöplüğün ortasına atıversinler onu...
"yapma" diyor, "barışabilirsin benimle, aynaya bak yeter sadece.." 
tüm aynaları kırmışlar mı?
onlarca yüzüm beliriyor duvarda...
hepsi için ayrı ölümler beliriyor gözbebeklerimde,
aynaları kırmış olsalar gerek,
ben bu kadar çok muydum?
tahammül edebiliyor muydum?
bir yumruk savuruyorum tüm suretlerime,
düşerken yere, nereye tutunacağımı bilemiyorum...
sonunda hep daha fazla parçaya bölünüyorum,
hep daha fazla ölüyorum...
başım ağrıyor..
ben, bir türlü ölemiyorum!...

26 Mart 2012 Pazartesi

Eski...

eski bir pikap
eski bir plaktan
çok daha eski bir parça çalarken,
sen de çok daha eskilerde,
çok daha geçmiş zamanlarda,
çok daha uzak günlerde olmak istiyorsun...
ayrı bir ülke,
başka bir şehir,
değişik bir kültür istemiyorsun belki ama,
ayrı bir "zaman" istiyorsun...
bu zamanın getirdikleri yoruyor,
kafan kaldırmıyor,
her şeyi bilmek,
her şeyden haberdar olmak,
tüm o çirkinlikleri, birebir şahit olmamana rağmen yaşamak zorunda olmak,
kaldıramayacağın bir durum haline geliyor...
tüm bu imkanlardan,
"iletişim"den bunalıyorsun,
kaldıramıyorsun artık...
başka bir "zaman"ın kollarına bırakıyorsun kendini,
o zamanın şarkıları yankılanırken,
bir an olsun bile düşünmüyorsun ama,
gözünden ufak bir damla yaş akıveriyor işte,
belki biraz canın yanmıştır...
gözlerini yeniden açana kadar,
başka bir "zaman"ın kollarında,
dans ediyorsun doyasıya...

***


eski bir fotoğraf, tebessüm ettirebilir bir miktar,
ya da gözlerimi doldurabilir, yaşlarını akıtmadan..
eski bir tat, heyecanlandırabilir biraz,
ya da gözlerimi kısabilir biraz, hatırlamaya çalışır gibi...

eski bir şarkı, hüngür hüngür ağlatır elbet,
çok mu neşeli? hüngür hüngür ağlatır...
aşktan mı bahsediyor?
sevinçten?
hüzünden?
ayrılıktan?
beraberlikten?
hüngür hüngür ağlatır...
eski bir şarkı, ne anlatırsa anlatsın, özlem demektir..
özlem, hüngür hüngür ağlatır...

eski bir koku...
işte o canıma okuyabilir..
ne ağlatır,
ne güldürür,
ne düşündürür...
lanet bir yumru gibi boğaza takılır, orada durur...
lanet bir öfke gibi burun deliklerimi taciz eder,
nefes almaktan soğutur...
dünyadaki en güzel şey olur bazen,
çok koklayınca, bitmesinden korkarsın,
daha çok duymak için kokuyu, alabildiğin en büyük nefesi almaya çalışırsın...
bir koku,
her şeyi yıkabilir
ve yeniden yapabilir, her şeyi...

eski olanlara dokunmak, tehlikelidir yalnızca...
eski göz yaşlarına,
eski bir gramofona,
eski bir saza,
eski bir dosta,
eski bir sevgiliye,
eski bir şehire,
dokunmak,
olmaması gerekecek kadar,
tehlikelidir..

***






24 Mart 2012 Cumartesi

ölmüş olmanın en güzel yanı, ölmüş olmaktı, ölebilmiş olmak...
henüz ölmemişken, varlığın bilincinde olmayıp, tıpkı bir ölü gibi yatmak,
acı vericiydi ve acınası bir durumdu...

ölmüş olmanın en güzel yanı, artık tiksindiğin o seslerin hiç birini duymayacak olmaktı...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
tiksindiğin o sesleri duyup, gerçek olup olmadıklarını ayırt edememek,
acı vericiydi ve acımasız bir durumdu... 

ölmüş olmanın en güzel yanı, artık mideni bulandıran o suretleri asla görmeyecek olmaktı...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
uyandığın o an, gördüğün tiksinç surat,
acınası ve acımasız bir surat olacaktı...

ölmüş olmanın en güzel yanı, sen dahil kimsenin düşünemiyor oluşuydu...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
birilerinin senin yerine düşünmesi ve birilerinin "yalnızca" düşünmesi,
acıklı ve aciz bir durumdu...

ölmüş olmanın en güzel yanı, birileri senin için plan yaparken bundan hiç etkilenmemekti...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
birilerinin yaptığı planlar yüzünden bir türlü ölememek,
acıtıyordu...

ölmüş olmanın en güzel yanı, kimsenin seni zorlamak istemeyecek olmasıydı, herhangi bir şey için...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
siktiğimin ilaçları serum mu olsa, ağızdan mı verilse, götüne mi soksak
düşünceleri ile seni zorlayacak mahlukların etrafta olması,
yalnızca amcıkca idi!

ölmüş olmanın en berbat yanı,
artık kimseden nefret edemiyor olmak
artık kimseye aşık olamıyor olmak,
artık hiç bir köpeğin başını okşayamayacak,
hiç bir kedinin burnundan öpemeyecek olmak,
artık kanayamayacak,
artık ağlayamayacak,
artık gülemeyecek,
artık küfredemeyecek,
artık sarhoş olamayacak,
artık yüzemeyecek,
artık sevişemeyecek,
artık dinleyemeyecek,
artık çalamayacak,
artık çimenleri hissedemeyecek,
artık,
,artık olmak...
birden bire,
aniden,
topraktaki bir artığa dönüşmüş olmak...

bir tutam ölsek, belki düzelir, her şey... 
kadehin dibindeki son yudum gibi ölsek,
gece atılan son kahkaha gibi, 
en aşık sevişmedeki orgazm gibi, 
mutluluktan akan gözyaşı gibi, 
güneşin, doğudan battığı o an gibi, 
ölsek, bir tutam, 
elbet düzelir her şey...

 ***

19 Mart 2012 Pazartesi

bir cinnet anı olsa gerek, tam hatırlamıyorum.. ellerimi kanlar içerisinde gördüğüm sırada anladım, herşey için çok geç olduğunu. belki de asla geri dönemeyeceğim sonsuz bir çıkmaz sokağa girdiğim anın o olduğunu, çok sonralar anladım..
hayatına giren her insanı kaybedecektin, aynadaki yansımandan nefret edecektin, aynadaki yansımana hayran kalacaktın, bir katil olacaktın, sürekli uyuyacak, hiç uyuyamayacaktın, artık kararların sana ait olmayacaktı, sürekli aşık olacaktın, sürekli nefret edecektin, kimsenin yatağına yatamayacaktın, sabah yanında ölü bulma korkusu ile, kimse bir adım atmak istemeyecekti, hastalıklı bir ruh haline bürünüp, daha da hasta olacaktın, sen o değildin, o olamazdın, sana göre değildi, yürümeden koşmaya niyetlenecektin, koşmaya başlayacaktın, o duvara bir sinek gibi çarptıktan sonra sürünmeye bile halin kalmayacaktı, başka dünyalara açılan kapından içeri girip, asla çıkmak istemeyecektin, bu sefer başka anlamlar yükleyip başka isimler takacaklardı sana, sen sadece "sen"din oysaki, onlar başka şeyler söyleyeceklerdi sana, asla kabullenemeyecektin, öfkeni dindiremeyecek, uyuşturulmadan şevkatle yaklaşamayacaktın küçük bir çocuğa dahi, birini bitiremeden diğerine başlayacaktın, bir türlü nokta koyamayacak, sürekli virgüller yaratacaktın hayatında, hepsine bir tutam aşık olacaktın, hiç birinin tadına bakamayacaktın, bir türlü aşık olamayacaktın, bir türlü de inanmayacaktın yalan aşklarına, her şey düzeldi sandığın an, bir sanrı ile uyanacaktın yatağından, kimle konuştuğunu sormasalar iyiydi aslında, insanın yalnız kalmasından iyi değil midir zihnindeki suretler diye düşünecektin, soramayacaktın, anlatamayacaktın bir türlü, sadece bir tutam şevkat isteyecektin, her seferinde bir tutam şevkat sunacaklardı sana, tam alışmışken, tam iyiyken, başarabilecekken tam, daha fazla saklayamayacaklardı özlerindeki canavarı, hırpalanmış bir sokak köpeğine ağlayacaktın kendi hırpalanmışlığını boşverip, onlara sarılacak, onları öpecektin, ormanlarda onların ellerini tutacak, artık onları sevecektin sadece, kimseye anlatmak istemeyecektin ama sürekli sormaya devam edeceklerdi, tahammülün gözlerindeki yaş kadar olacaktı bir müddet sonra, sen yine kendini aynı dört duvarın arasında bulacaktın, aynı hikayeyi tekrar tekrar yaşayacaktın, bir türlü yorulmayacaktın,,,,

17 Mart 2012 Cumartesi

Uzun zaman önce terk edildiği belli olan o eski püskü ahşap evin tavan arasında, tozlu bir daktilo ilişiyor gözüme...
Uzun zaman önce terk edilmiş tozlu hayallerimi yazabilmek için, oturuyorum başına, tozunu almadan...
Harflere öfkeyle vurduğum her an, parmak uçlarım bir bir kanamaya başlıyor..
Tozların altına saklanmış hayal kırıklıkları, parmaklarıma batıyor, canımı acıtıyor, kanatıyorlar...
Ben yazdıkça kanıyor, ağlıyor ve daha çok yazıyorum...
Parmak uçlarımdaki acı, kızıl bir kahkahaya dönüşüyor, gitgide daha çok bağlanıyorum...
Tavan arasındaki küçük pencerenin birden açılmasıyla, tüm harflerim savruluveriyor yerlere bir bir..
Toplamaya üşeniyorum, bir de ben basıyorum üzerlerine...

Ayaklarımın dibinde beliren pikap, yalvarır gözlerle bakıyor sanki...
Uzun zamandır bir melodi gezinmemiş dudaklarında, canı acıyor belli, onun da...
Tozunu almak istiyorum, kırmızıya boyanıyor...
İğnesini kaybetmiş, kendi dallarımdaki dikenlerden bir tane hediye ediyorum...
Aşık bir melodi çalmaya başlıyor, "keşke tozlu kalsaydın..."
Esip duran rüzgar notaları odanın içerisinde savurdukça içime bir parça aşk yerleşiyor...
Sevmiyorum onu...

Tavan arasının en kuytu köşesinde bir eski sevgiliye rastlıyorum...
Rüzgardan ve saçlarımdan bahsediyor, ben yine ona inanmıyorum..
Geri dönmelerden sıkıldım artık, bırakıp gitmek istiyorum,
Paçama yapışıyor rüzgar.. Kendimden bile kaçamıyorum...

Oturup ağlıyorum küçük bir kız çocuğu gibi,
Akordu bozuk o piyano, gülümsüyor bana...
Parmaklarımı tuşlarında gezdiriyorum, neşeli bir kakofoni çarpıyor duvarlara!
Rüzgar benden kaçıyor, eski sevgili uzaklaşıyor, eski resimler bir bir soluyorlar...
"Saçlarımdaki rüzgar gibisin, dağıtıp kaçmaktan başka bir bok yapamayan..."
Beni duymuyor...

Tavan arasındaki sallanan sandalyeye kıvrılıyorum...
Yağmur çiselemeye başlamış, gözbebeklerim fark ediyor..
Ben fark etmiyorum...
Piyano çalmaya devam ediyor...
Ben yalnızca, si bemol olmak istiyorum, havada onu yakalıyorum, avuçlarımın içinde saklıyorum...
Ölümü ılık bir rüzgar sanıyorum, baharın ilk günlerinde, ansızın gelen...
Nefesimin yokluğunu hiç fark etmiyorum, o tozlu tavan arasında...
Benim yokluğumu, kimse fark etmiyor...
Tavan arasındaki bir toz tanesinden ibaret oluyorum,
sonunda...

16 Mart 2012 Cuma

Chopin...

Chopin çalarken hep yağmur yağsın, yağmur yağarken hep Chopin çalsın isterim..
Gökyüzünde beliren notaları takip edip, nüansları kulağımda hissetmek, bulutlardan kayıp giden o parmakları yakalamaya çalışmak...
Bir çocukluk anına dönmek, çocuk olabilmeyi özlemek.. Yarım yamalak çocukluğuna dair hatıraları gözünde büyütmek...
Anneannesine anne demiş, babasına hem hayran olmuş, hem ondan deli gibi korkup kaçmış küçük bir kız çocuğu olarak, belki de kendi gizli piçliğimi özledim, bir yağmurun altında ıslanırken..
Küçük bir sokak köpeği, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında bizimle birlikte ıslanır ve üşürken, köpeği kucağımıza alıp eve döndüğümüzde anneden işitilen o tatlı azarı özledim bugün...
Ben saçlarımı kurularken fonda çalan Barış Manço'yu, çocuk aklıyla ona eşlik eden kız çocuğunu özledim...
Okumayı herkesten önce söktüğü için derslerde sıkılıp, tembel yaftası yiyen o küçük kızın, tembel olabilme özgürlüğünü özledim..
Sınıfındaki veletlerin salaklıklarından sıkılıp, öğretmenin not aldırdığı her şeye inat olsun diye, duyduğu her kelimeyi tersinden yazan, okula ailesi çağırılan, sorun yaratmaktan çok eğlenebilmeyi isteyen o küçük kız gibi, küçük eğlenceler yaratamak istedim dünyada yalnızca..
Sahneye çıktığında herkesin aklında en son "o" kalsın, en yüksek alkışı, en büyük "bravo"yu o alsın, ama ne babası duyabilsin, ne annesi izleyebilsin... Herkes yarattığı sorunlar yüzünden kızsın o'na..
"Neden böyle yapıyorsun? Neyin eksik? Ne sıkıntın var, anlat hadi bize..."
Dünya'nın herhangi bir yerinde yağan o yağmurun altında ıslanırken bugün, babamı özlemeyi bile özledim...
O'nu yazmayı, ona ağlamayı, onu özlemeyi..
Koca koca heriflerin okurken ağladığı, acıtan, kanatan, donduran o yazıları yazabilmiş küçük kız olmayı özledim bugün...
Ölmemden korkup, bunun yerine ruhumu sömürmeyi, bayağılaştırmayı, kontrol altına almayı tercih eden o insanlardan nefret edebilecek gücü bulduğum günleri özledim..

***

Her Chopin çaldığında o gri bulutlardan yağan yağmurun altında, gözyaşlarımı akıtabilmenin özgürlüğüyle başımı gökyüzüne çeviririm...
Gökyüzü, ağlamaklı olup eşlik eder, benimle aheste aheste dans etmekten kaçınmaz... Ben tüm erkekleri bir yana bırakıp, o esen rüzgara aşık olurum... Kulağımdaki eksilmeyen melodiye kulak verir, gözlerimi yumarım insanların bir sel olup akıp gitmesine... Ben bazen gökyüzüne yükselir, bir melek olur, ardından şeytan gibi toprağa çakılırım... Chopin çalarken ben kendimi, ufacık bir yağmur damlası sanarım...

***

Avuçlarında, babasından göremediği bir tutam sevgiyi görebildiği her adama sarılıp,
özlemlerini geride bıraktı o küçük kız...
Onun yerine bir tutam hissizlik, yorgunluk ve açlık yerleşti kalbinin ortasına, hiç şikayet etmedi...
Yağmur altında dakikalarca bir kediyi sevip, bir köpeğin burnundan öperken tüm insanlardan uzaklaştığının farkında değildi..
O insanlar üzerine üzerine yürürken, kaçmanın bir çizik atmak olacağını bilemedi, kendi bileklerine...
Durmaksızın kaçmak istedi, durmaksızın kaçtı da...
Dört duvar arasına sıkışıp kalıncaya kadar, o duvara toslayıncaya kadar durmaksızın koşardı, durmaksızın koştu da...
Uçurumun kenarında olmak istedi, kocaman bir kafesin içinde uçurumu izlettiler..
Okyanusun dibinde olmak istedi, bir bardak suyu eline tutuşturdular...
Saçlarını okşayacak birini diledi yalnızca, kırmızı bir tarak hediye ettiler...
Ağlamadı..
Sızlanmadı da...
Yalnızca uyudu, o bile çoktu bazılarına...
Yastıklarını aldılar başının altından...
Bir ağacın dalındaki sararmaya meyilli bir yaprak olmayı tercih etti..
Rüzgar onun en yakın dostu oldu..
Kendi kararlarını kendi veremiyordu artık, en güzeli, rüzgarın kollarında savrulmaktı, savruluyordu, savrulacaktı...
Gökten bir yağmur damlası düşüp, yine aktı gözlerinden... Yağmur elleriyle sildi yaşları...
Gülümsedi..
Teşekkür etti.. Daima teşekkür ederdi...
"Şimdi, ufacık bir ölüm rica edebilir miyim?.. Teşekkür ederim..."

fizy / chopin - walc a-moll

15 Mart 2012 Perşembe

Yağmurun altında koşar adım yürürken, birden bire yağmur, kendini kara çevirdi. Adımlarım biraz daha yavaşladı, karın tadını çıkarmayı, onu izlemeyi, altında yürümeyi severim. Karda üşümeyi de severim, onu izlerken ısınmayı da..
Otobüs tam hareket edecekken yetiştim. Favori koltuklarım dolduğu için en arkaya geçip ortaya oturdum. Bacak bacak üzerine atıp, kulaklığımı taktım, arkama yaslandım.. Duraklarda insanlar biniyor, kimse arkaya meyletmiyordu, "aferin size insanlar!" 
Kulağımda Philip Glass, piyano tuşlarında parmaklarını gezdiriyordu. O sırada genç bir adam arkaya yönelir gözlerle bir bakış attı. Bakışını kapıp sağa doğru kaydım.. Lapa lapa kar yağıyordu, kulağımdaki müzik gri havanın ruh halini birebir yansıtıyordu, genç adam montunu çıkarmakla uğraşıyordu, ben yorgunluktan uyumamakla uğraşıyordum.. Sonunda oturdu, kulaklığını çıkarıp kulağına taktı.
Bazen, otobüslerde aşık olmak istiyor insan. Yan yana oturduğun insanın elinden tutup o otobüsten inesin geliyor..
Sağ ve sol camlar dolu olduğu için ikimiz de ortadaki, şoföre ait camı izliyorduk.. Gri gökyüzünden düşen, bembeyaz lapa lapa yağan karları izlerken acaba kulaklarında kim vardı şu an? Benimki gibi biraz karamsar mıydı? Ya da benim yüklediğim karamsarlıklardan yüklemiş miydi o da, çalan parçaya?.. Merak ettim, nedense soramadım..
Trafiğin sıkışıklığında yolu çekilir kılan tek şey müzikti.. Uyumamak için kendimle savaş veriyordum, fakat mağlubiyet için güzel bir sebebim vardı..
Başımı genç adamın omzuna koydum, sağ elimi de sağ kolunun üzerine, ki kaçamasın.. Gözlerimi kapattım, ineceği durakta nasıl olsa uyandırırdı beni.. Belki bir kaç cümle kurmuştur, ben Philip ile haşır neşirdim, dinleme fırsatı bulamadım...
Vücudu bir anlık donma halinden kurtulunca başını, başımın üzerine koydu.. İnsanoğlu içinde bulunduğu duruma ne de çabuk adapte oluyor.
Belki de ben dünyanın en kötü insanıydım.. Belki de o, en nefret ettiğim insanlardan biriydi. Bu bilinmezlik her şeyi çok daha güzel kılıyordu...
Ben uyudum, o inmedi, beni uyandırmadı.. Gözlerimi açtığımda artık kar yağmıyordu, sanırım biraz yağmur çiseliyordu.. İnmem gereken durağa yaklaşmıştık..
Kafamı kaldırdım, camdan dışarı bakıp, ayağa kalktım.. Beni durakta indirmesi için gerekli olan düğmeye bastım..
Kapı açıldı, indim.
Dışarısı çok soğuktu..
"Keşke inmeseydim..."

14 Mart 2012 Çarşamba

Same old story..

Hadi çık yorganın altından artık. 
Açma demedik mi şu perdeyi?! 
Sana bir şeyler yedirmem lazım, bu üçüncü gün. 
Defol git başımdan. Henry, şuna bir şey söyle artık!
Henry kim be? Kimle konuşuyorsun yine?
Henry Lee Lucas. Henüz seni sikmedi mi? Gerçekten mi?!
Ne saçmalıyorsun bilmiyorum. Yemek yoksa serum, seç birini.
Tamam getirin serumu. Şu perdeyi de kapat. 
Sana sevdiğin kremlerden getirmişler bak. Çık şu yorganın altından.
Kıçına sok kremleri. Kesin tükürmüşsündür içine. İşemiş bile olabilirsin! 
Huysuzluk yapma, bak müzik cd'leri de getirmişler. 
Tablete mi sokayım, kıçıma mı sokayım? N'apayım cd'yi ben?!
Ben sana ayarlarım, hadi kalk artık.. 
Sabır taşı mısın sen? 
Başka iş bulduğum an kaçıp gidicem, merak etme. 
Haha işte buu! Aferin sana. En son ne zaman seviştin?
Ne?
Biraz gergin gibisin son günlerde. En son ne zaman seviştin merak ettim. Çok oldu di mi?
Bana bak yemek yemiyorsan söyle de gideyim, uğraşamam senle. 
Gerçekten uzun zaman olmuş. Söylemiştim zaten. Oje de getirmişler mi?
Getirmemişler. Birileriyle konuşmaya yeltenirsen kendin söylersin. 
Hepsini eşekler siksin. Yürü git hadi, yorgunum. 
Yemek geliyor bak, bu sefer tepsiyi falan fırlatma, temizlemesi çok zor oluyor!
Tepsi falan fırlatmadım ben. Kıçından uydurma. 
Dün değil önceki gün, gayet de fırlattınız hanfendi. 
Hanfendi ne lan? Lezbiyen misin sen?
Sen insanı delirtirsin! 
Ondan yapıyorum işte, biraz da siz delirin. 
Ne halin varsa gör, konuşanda kabahat!
Hşş gitme! O cd'leri ver bakayım! Gitmesene! Ya da git de birileriyle seviş artık, seni mi çekicez bi de! Hşş şu perdeyi kapat demedik mi?! Kevaşe.. 

12 Mart 2012 Pazartesi

Bir film karesinden, bir kitabın en heyecanlı sayfasından fırlayıp gelmişti sanki adam...
O heyecanlı hikayelerdeki, kadına elini uzatıp "hadi gidelim buralardan"  diyebilecek bir kahraman gibiydi adeta..
İnsanın ona inanası, ona muhtaç olası, ona sığınası, onunla merak etmeksizin her yere gidesi gelebilirdi..
Hem şevkatle saçlarını okşar gibi yapar, hem de bir o kadar umursamaz davranırdı. Kaçsa, kaçmazdı ama sen kaçsa da kovalasam diye bekler dururdun! O kaçmazdı da, gelmezdi de.. Öylece durur, bazen konuşur, bazen sustuğu bile mutlu ederdi..
Camdan bir heykele gösterdiğin titizlikle davranman gerekliydi ona, kafesinden her an ormanın yeşilliklerine kanatlanabilecek bir güvercin gibi ellerinin arasından kayıp gidebilirdi, itiraf etmeksizin korkardın bundan içten içe..
Bu sefer öldüresin gelmedi.. Onu yaşatmak, en çok onu yaşamak istedin.. "Yalan mı? Ah keşke olmasaydı ama..." Ama'larla biten bir cümleyi bile önemsemedin, belki de o amansız sevgi, peşine düşecekti sonunda.. Aklından çıkmayıp, üstelik bir de kalbini tırmalamaya başlayacaktı..
"Olsun..."du.. Her savaşa galibiyeti kabullenmiş şekilde koşmuyor muyduk zaten? Buna rağmen, sonunda ölmüyor muyduk o savaşların? Daha önce ölmemiş miydik? "Olsun..."du.. Yine ölünür, gerekirse..
Bir tahterevallinin karşılıklı koltuklarında oturuyoruz sanki. Önümüzde uzun bir hayat var, ama birbirimize adım atamıyoruz.. Birimiz adım atmak için doğrulsa, öbürü düşecek, biri dengeyi bozsa, diğeri yenilecek... Sonunda biri bu oyundan sıkılıp, diğerini yerle bir ederek, uzaklaşacak o kum havuzundan. Sanki bekliyoruz, önce kim doğrulacak ve ardına bakmadan koşmaya başlayacak diye...
Belki de yalnızca, o hayattan vazgeçip, karşılıklı bakarak geçecek bir ömür.. "Olsun!"... 
Sanki dile dolanmış, adı akla gelmeyen bir melodi gibiydi adam... Adını hatırlayana kadar peşinden koşulacaktı, sağda solda herkese sorulacak, dudaklardan dökülecekti bir bir...
Nefretler edilecek, bir takım kimselere sövülecek, bir rakı sofrasında meze olunacak, salondaki kanepede alelacele sevişilecek, bir şarkı söylenecek, bir şiir okunacak, bir kadeh duvara fırlatılacak ve ceketini alıp kapıdan çıkan adama yaşlı gözlerle bakılacaktı yine..
Daha çok iş vardı, yapılması gereken, üstelik yorgun da değildi o kadın..
Belki adam tahterevalliden yavaşça kalkıp, beyaz atına binerek kadını belinden tutup, o yeşilliğe doğru uzaklaşacaktı!
Tam o sırada gözü saate ilişti..
"Saat hayalleri çeyrek geçiyor, uyku vakti..."

-it's just a ...

Dışarıda durmaksızın yağan yağmurdan kaçıp, Roma yakıldıktan hemen sonra inşa edildiği her halinden belli bir binaya atıyorum kendimi.. Nautilus şeklinde yukarı doğru uzayan ince ve uzun merdivenler yahut demir parmaklıkları olan asansör arasında kararsız kalıp ikisine de bir bakış atıyorum.
"Her zaman bu asansörlere binmek istemişimdir!" 
Asansör usul usul ve hiç acelesiz yukarı tırmanırken, ben henüz bilinmezliğin verdiği huzurla içimden bir şarkı mırıldanıyorum.. Garip bir gıcırtıyla duraklayan asansörün kapısını açıp hemen karşımda gördüğüm kahverengiden siyaha dönmeye meyilli bir kapıyı tıklatıyorum. İçeriden gelen sesler bir müddet duraksıyor, ilgi çekebildiğime seviniyorum.. Saçları ve sakallarının uzunluğu ile kendi boyunun uzunluğunu kıyaslayamayacağım olanca gri bir adam açıyor kapıyı;
"Büyücüleri her zaman sevmişimdir! En kötüsünü bile!" 
Dışarıda akmakta olan hayatın aksine sıcak ve olabildiğine sakin büyük bir salonda, bir sandalye seçiyorum kendime... Kimseyle tanışmıyorum, sanki herkes beni tanıyor ve sanki ben de daha önce hiç görmediğim bu yüzlere aşina gibiyim.. Hoşuma giden sakinlik uzun sürmüyor. Neyse ki biliyorum;
"Bu dwarflar her zaman böyle tezcanlıdır!" 
İçine girilecek olan bir macera hakkında birbirleriyle yarışırcasına fikirler savuruyorlar etrafa. Ben bir maceraya girmek istediğimden emin değilim. Bir yandan da,
"Şu an hangi Tolkien kitabındayım acaba?!" diye heyecanlara kapılıyor, en çok kendi sesim çıksın ve sayfaya sözlerim bir bir düşsün diye fikirlerimi sunmaya başlıyorum. Muhakkak yola başlanmadan zihinden çıkan her öneri gibi, benim cümlelerim de bir o kadar saçma. Bu yüzden kafamı farklı bir yöne çevirip, dinlememeyi tercih ediyorum..
Hakim olan ufak çaplı kaostan gong sesleri ile kurtuluyoruz. -Kurtulmak mı dedim?!- Bu anı daha önce yaşamıştım, fakat bir deja vu olamayacak kadar kötü, bunu hissedebiliyorum. Dwarflar olanca hızları ile merdivene koşarlarken bir koyun edası ile peşleri sıra koşmaya başlıyorum. Onlara güvenip güvenemeyeceğim bilgim dahilinde olmayan, yalnızca bir iç güdü.. Saçma bir telaşla apartmana doluşuyoruz, nedenini anlamak için bir saniyemi bile ayırmıyorum.. Tam kapıyı görüp gün ışığına kavuşmaya adım atmışken kulağımdaki ses kolumdan tutup farklı bir yöne kaçmamı söylüyor, bununla da yetinmeyip yönümü değiştiriveriyor. Merdivenlerin hemen altında bir kapıdan içeri girerken buluyorum kendimi.. İçeri girdiğim gibi kaçtığımızı anladığım orc'lar karşımda beliriyor bir bir, çirkin dişleri ile. İlk defa böyle bir korku hissediyorum. O zevk aldığım korkulardan apayrı, iç organlarımı ağzımdan çıkarmamak için kendimi zorladığım bir korku. Başıma gelenler için o çirkin sakallı dwarf'ları suçlarken bir alt geçide sapıyorum aniden. Sonunda ışık gördüğüm geçit, aynı kapının farklı bir açıdan görünümüne çıkıyor.
"Hay aksi! Bu m uydu kestirme dediğiniz!" 
O eski püskü ve olanca ihtişamlı asansör için zamanım var mı bilmiyorum ama hiç düşünmeden içine atıyorum kendimi. Belki de gidilecek en yanlış yere gitmeyi tercih ediyorum;
"Hadi, bu binanın en tepesine çıkmam gerekli, hadi daha hızlı!"
Asansör beni dinlemiyor, besbelli.. Bir an içinde bulunduğum kitabı unutup, herhangi bir kahramanlığa karışmadığım için utanıyorum kendimden. Kitapların aksine diğerlerinin ne yaptığı umrumda bile değil, içimde onlara karşı bilinmez bir öfke var.
Tam bunlar zihnimde salınırken asansör büyük bir gıcırtı ile duruyor bu defa. Hiçbir şey yaşanmamış gibi bedenimde hakim olan sakinlik ile bembeyaz bulutlu bir gökyüzüne açıyorum demir ve olabildiğine ağır kapıyı. Güneş beni gözlerimi kapatmaya zorluyor, diğer yandan esen tatlı rüzgar saçlarımı suratıma doğru savuruyor usulca. Sonunda alışıp etrafa göz gezdirmeyi aklımdan geçirirken gördüğüm o inanılmaz manzaraya kilitleniyor gözlerim, tüm bedenim ve nefesim.
Çırılçıplak bir kadın boylu boyunca uzanmış yatıyor, taşın üzerinde. Başında eğilmiş simsiyah bir adam, katanasını kınına koyuyor, soğuk bir sakinlik geziniyor teninin üzerinde. Hayatımda gördüğüm hiçbir şeye bu kadar hayran olmamıştım belki de.. Aniden kanamaya başlıyor enine kesilmiş kadının vücudu, taş usulca kırmızıya boyanıyor, adamın gözlerinde ne zafer var, ne pişmanlık. Ne üzüntü var, ne sevinç. Kadın kanadıkça huzur doluyorum;
"Bu berrak gökyüzünün görüp görebileceği en muhteşem şey!" 

O aniden yok olmadan, ben açıyorum gözlerimi... Perdeyi aralayıp, yağmurlu ve gri gökyüzüne göz gezdiriyorum. Ayak ucumdaki kedi, anlayamadığım dilde bir şeyler söylüyor, yorganımı başıma kadar çekip, bu dünyaya olan nefretimi bir kez daha hatırlıyorum...

...dream-

11 Mart 2012 Pazar

matiz...

Bilmiyorum ben mi onları içiyorum, kadehler mi beni yudumluyorlar..
Bilmiyorum, aynı hatayı birden fazla kez tekrar etmeden rahat edemiyorum...
Kulağımdaki adam, öyle cümleler kurmuş ki, şimdi, yazmaktan utanıyorum..
Bilmiyorum, bu geceki sarhoşluğuma bir bahane bulabilecek miyim yine..
Muhtemelen suçu sana atacağım ve hızla kaçacağım senden..
Her zaman böyle yaparım...
Her zaman kaçarım ben, evet..
Ardımda kalan aklıma düşmese, iyi elbet...
Aklına düşsem, en fazla bir kaç saniye mesela..
Tam o sırada bir melodi olsan, ürperen kulaklarımda,
Oynatsan dudaklarımı, gülümsetsen hatta biraz,
Harcasan biraz nefesimi...
Son nefesimmiş gibi tutsam,
Bırakmaya kıyamasam,
Korksam..
İnatlaşsam seninle...
Kaybetsem yine seni...
Ağrısam
Ağlasam
biraz...

Yine bir vapurda olsam, güneşin altında...
Arasıra kanayan kesiklerime utansam..
Bir adamın gözlerinden akan yaş olsam yine
sırf babamı özlüyorum diye... 

Her gün kendimi öldürsem,
Şaşırsalar yine...
"Nasıl yapıyorsun nasıl?!"
Acıklı bir kahkaha atsam sadece kendi kulaklarımda yankılanan...

Gecenin altına yatsam bir gündüz vakti,
Kendimi satsam düpedüz,
Belki bir yıldız olurum ben de...

Bugün de siktiri çek bana ne olur!
Sırf götümden sikmek istiyorsun diye,
methiyeler düz bugün de bana!
Salyaların bir nehir olsun,
nereye tutunacağımı
nereden akacağımı şaşırayım!
Bugün de siktiri çek bana,
hoşuma gidiyor!
Sen siktiri çektikçe benim
daha fazla siktiresim geliyor.
Unutuyorsun hep,
ben severim kanamayı,
Acıtsın diye batırıyorsun o bıçağı,
ben keyiften bir kadeh daha dolduruyorum!
Sen yine korkuyorsun
Kork siktiğimin pezevengi
kaç, git..

Bir orospu mu olsam bu gece
En edepli tavrımı mı takınsam,
karar veremiyorum...
En kolayı, birinin kafasına fırlatmak bu kadehi,
Cesaretsizlikten değil,
ya ölmezse diye endişeleniyorum...
Bu gece, bu şehri yakıyorum, haberiniz olsun.
Hepsinden ben sorumluyum..
Hangi fahişeyle sevişiyorsanız,
hangi karıyı sikiyorsanız,
özür diliyorum..
Sanırım yarıda kesiyorum,
ama bu gece,
yakmak zorundayım bu şehri..
Çünkü ben kırmızıyı çok severim,
Yine kırmızıya boyuyorum şehrinizi...


10 Mart 2012 Cumartesi

Suyunu sıkıyorum mutsuzluğumun
posasını atıyorum, çöplüğün birine..
Birilerine, mutluluklar çıkarma peşindeyim yine..
Bir bardağı bile dolduramıyorum,
oncası bir bardak etmiyor...
Bileklerimi koyuyorum sofraya, meze diye..
Meşk edilir belki bu gece..
Yudumladığın rakıya karışırım belki,
Bir damlam yeter beyazlatmaya..
Belki bir göz kırparsın sen bana,
çıkmaz sokaktaki hayallere koşarım peşi sıra..
Belki hafif bir rüzgar, üşütür seni
tüm ürpermişliğimi örterim bu gece üzerine,
ısıtsın diye...

Gelmeyeceğin yollara asfalt olsam bu gece..
Çalmayan telefonların başında beklesem..
Yüzmeyeceğin denizler kursam,
göz yaşlarımdan...
Okumayacağın mektuplar yazsam,
ellerimi sende bıraksam,
parmaklarımı unutsam ceplerinde bu gece..
Dudaklarım saçlarına takılsa,
seninle seviştiğim bir rüyaya yatsam bu gece..
Gözlerimi açmayı unutsam..
Göz kapaklarımı arayıp,
bulamasam dudaklarının çekmecesinde...
Tüm nefesimi doldursam, içtiğin sigaraya,
ciğerlerinde bir yer yapsam kendime,
kıvrılıp uyusam ya bu gece..
Özlemden gebersem de bu gece,
çağırmasam seni cenazeme...


Bir yıldız olsam, baktığın gökyüzünde,
atsam kendimi öylece...
İntihar eden yıldızlara ne olur?
Hangi sevgiliyi görürler, bir kevaşenin ellerini tutarken?
Hangi elleri makas yapıp,
kessem şah damarımı.
Hangisi öldürür acısız?
Hangisi tanıştırır uyuşturulmuş bir bedeni,
ölümün şevkatli gözleri ile?
Hangi yolun sonu çıkıyor, deniz gözlerine?
Hangi koya demir atayım,
hangisinde boğulayım?
Söyle bu gece ölmeyeyim de, ne yapayım?

9 Mart 2012 Cuma

tek yudumda sarhoşum bu gece.
herkesten güzelim bu gece..
bakmayın da girin sıraya,
hanginizi önce becereceğime karar vereceğim,
bu gece..

8 Mart 2012 Perşembe

kırmızı bir defterde, isminin harflerini görüyorum..
kendime kızıyorum, kendi el yazımı inkar ediyorum..
bir kaç sayfa ilerliyorum, aşktan bahsedilmiş..
"ne anlarsın sen?"diye düşünüyorum, yine kendime kızıyorum..
kırmızı bir defteri, öfkeyle kapatıyorum..
tırnaklarınla aynı renk defter?
fark etmemiştim, öyle gerçekten..
muhtemelen kanım da aynı renk..
fark etmemişti hiç,
görmemişti,
merak da etmemişti..

kırmızı bir defterde, bambaşka bir isim okuyorum..
o başkasının lokması diyor orospunun biri..
sanane demiyorum..
daha beter cümleler kuruyorum..
hatta düpedüz ve apaçık
orospu diyorum...
ben sadece o deniz gözlerde,
boğulmak istiyordum...

biri ölmüş,
gözyaşlarına karışmış bir tutam kan,
kırmızı defterin sayfalarına damlamış bir bir..
ağlanır mı şimdi buna?
kırmızı bir defteri öfkeyle kapatıyorum...
bileklerinle aynı renk defter?
bunu zaten biliyordum...

nefret ve öfke,
istifra edilmiş...
sarhoş bir gecede olmuş tüm bunlar,
bir intihar kokusu sinmiş sayfalara,
yolun kenarındaki bedenle ilgilenen bile olmamış...
ölmekten sıkılınca,
okşamaya başlamış çimenleri,
bir tutam toprağı çekmiş başının üzerine kadar,
bu sıcaklık yaşatır beni elbet, fazla kemirmeseler bari... 


kırmızı bir defterde yaşanıp, bitmiş her şey..
bir takım heriflerin altına yatılmış,
bir takım adamlar öldürülmüş,
bir takım ölülere yas tutulmuş,
bir takım orospulara sövülmüş,
en çok da, kendine...

bir kırmızı kadehinde kaybolmak kadar,
güzel olmasa da..
bir kırmızı defterde,
yaşanıp bitmiş her şey...

belki ben de, boyanırım bir gün simsiyaha..
belki ben de, bir kuzgun olur
edgar allan poe dizelerinde, çalarım o kapıyı...
belki ben de acının karşısına geçer,
şen bir kahkaha atarım bir gün, kim bilir...
belki beni de terk ederler bir gün,
"umutlarım gibi, o da terk edecek beni..."
belki çoktan terk etmiş,
çoktan gitmişlerdir kapıyı açık unutup..
hep açık unuturlar... 
gitmişler midir sahi?
kimse bana haber vermedi...

***

alaycı bir çift göz izliyor şimdi beni..
ben bekledikçe, çekiştiriyor paçamdan..
n'oluyor ulan.. kaçıyor sanki hayat dediğin! 
kaçıyormuş meğer...
uyuyormuşum, uyutuluyormuşum ben...

***

bileklerim kimin akşam yemeği, farkında değilim...
biraz tuz serptim, yanıyor evet...
kendine özgü kızıllığı,
kendine özgü bir acı ile akıyor,
gözpınarlarımdan...

sevişemiyorum bir yaz gecesi...
sızım sızım sızlıyor, bileklerim..
sen beni terletiyorsun...
terliyorum..
tuz, iyi gelmiyor sızılarıma.
hiç umursamazsın değil mi?
hadi bir çizik daha at...

***

o sahnedeki ben miyim?
görebiliyorum...
kahkahaları peşi sıra diziyorum...
kulaklarımda çınlıyor,
iğrenç sesim...

ruhum bir sandalye üzerinde..
saçlarımı okşuyor..
korkma  diyor..
hiçbir şey hissetmeyeceksin, korkma...
bir sinek ısırığı kadar yalnızca,
acırsa da canın, bir şeker borcum olsun sana...
anlaştık diyorum,
henüz süt dişlerimi dökmemişim,
gülümsüyorum...
ruhum bir sandalye üzerinde...
kendine bir kolye satın almış,
kahverengi, bir halat gibi sanki...
ruhum, bir tekme savuruyor sandalyeye...
sanki canım acıyor ama,
ben düşmedim hiç bisikletten,
dizlerim de kanamıyor ama,
canım acıyor sanki...
anlamıyorum yine..
kanıyorum, kandığımla kalıyorum...
canım acıdı mı, acımadı mı, anlamıyorum...
şekerden de vazgeçiyorum,
neredesin? sensiz koşamam o uzun koridoru... 
neredesin? babamı uyandırmaktan bile korkarım ben,
baş edemem sensiz... 
neredesin? dön hadi geri... 
çarpıp duran dolap kapaklarına, 
kırık camlara, 
dayanamam ölürüm ben,
neredesin?!...


***



Ask (imis)...

Şimdi, bir kuş gibi özgür olmak ister,
Zamanın içerisinde salınarak.
Yukarıdan bakabilerek her şeye,
Gerekirse aşağıdan
Ama özgür...
İstediği gibi...

Bağırabilse istediği gibi..
Çığlık çığlığa ve susmamacasına.
Ama bağırabilse işte,
Sonunu düşünmeden,
Özgürce...

Sussa bazen de,
Sussa anlaşılacağını bile bile..
Gözlerinden kayıp giden,
Kuyruklu yıldızı yakalasa,
Evrenin tüm imkansızlıkları arasında...

Durmaksızın koşsa,
Düşmekten korkmasa,
Bir çift kol tutar nasıl olsa,
Takılsa da bir taşa,
Durmaksızın koşsa,

Durmaksızın korksa...
Korkudan elini uzatamasa,
Kafasını kaldırıp bir an olsun,
bakamasa..
Korkudan...

Korkaklık..

İnsanlık tarihi...

Aşk..

Adem ve Havva'da olmayan..

Tanrı'da olmayan.. Aşk...

Birini, Tanrı yapmak; Aşk...

Cehennemsiz.. Korkusuz..  Tehditsiz...

Başka bir boyut gibi, aşk...

Korkmadan, koşabilmek özgürce; Aşk...

Aşk; özgür...

                                                        02.2010


*Zamanın birinde saçmalanmış... Nerede ve nasıl, hiç öğrenemeyeceğim... 




***






7 Mart 2012 Çarşamba

Bulantı... Cinnet...

ah! şimdi çıldıracağım!
bir türlü uyanılamayan bir kâbus gibi bu...
kazıyabilsem, tırnaklarımla kazıyacağım hafızamdan..
midem bulanıyor durmaksızın..

şimdi çıldıracağım!
hayatımda gördüğüm
en iğrenç gözler..
hayatımda gördüğüm en iğrenç kıyafet..
kaş dediğin şey çirkin olur mu?
hayatımda gördüğüm en iğrenç kaşlar!
en iğrenç ağız!

şimdi çıldıracağım!
hafızamdan kazıyamadıkça,
her gün kusma isteğiyle,
binbir çeşit bulantı besleyeceğim içimde..

karşında geçirdiğim her saniye, farksızdı boğulmaktan.
çatalını ağzına götürdüğün her saniye,
iğrenç bir şekilde kemiriyordun ruhumu..
etimden bir parça koparıp salyalarını üzerine akıtıyordun!
senin için yalnızca tek kelime seçebilirim sözlüğümden;
iğrenç!!

bıraksalar,
vücudunu ateşe verir,
henüz sen ölmeye fırsat bulamadan,
bir kova suyu boca ederdim üzerine..
bir kova tuza buladıktan sonra seni,
çığlıklarından bir konçerto bestelerdim!

ölmeni bekleyecek kadar bile yanında durmaya tahammülüm yok..
tekrar ateşe verdiğimde seni,
neyse ki,
ama neyse ki,
küllerinden başka bir bok kalmayacak bu gezegende..
iğrençliğini daha fazla solumak zorunda kalmayacak,
güzelim ağaçlar..
masum bir köpek, medet ummayacak
senin o iğrenç gözlerine bakıp,
bir lokma yemeği..

öldüreceğim sonunda seni,
iğrenç tenine değmeyeceğim bile,
ucube kanını bile görmeyeceğim,
kül oluşundaki tiksinçliği bile izlemeyeceğim...

şimdi bu cinnet senin yüzünden,
son bir kez nefes al,
çünkü bunu affetmeyeceğim!...

6 Mart 2012 Salı

bugün pişmanlığa boyuyorum,
tırnaklarımın her birini,
ayrı ayrı..

ellerime ölü bir koku sinmiş,
yine kimi öldürdüm, bilmiyorum..

gözlerim buğulu,
sanki ağlamışım,
ağlamadım, biliyorum...

kulağıma bir iki iltifat ilişmiş,
nasıl ve nereden geldiler,
hangi avcının tüfeğinden çıktı,
bunca yalan..
haberim yok...

dudağımda yabancı bir ıslaklık,
gülümsemişim besbelli,
yine hangi yalanları sıraladım,
farkında bile değilim...

yürüyorum
ve
kanıyorum bir yandan...
alışkınım peşim sıra gelen bakışlara..
"ne güzel boyuyorum şehrinizi kırmızıya"
diyorum, bir de gülümsüyorum..
"siz ne anlarsınız..."


bu gece kaçmak gerek...
okyanusun üzerindeki bir martı olup,
biri simit atar belki diye
umuda kapılmak gerek...

küçük bir balık saflığında,
birden bire ölmemeyi, dilemek gerek...

o büyük kumsaldaki
bir kum tanesi olmak gerek,
"belki basmazlar üzerime"...

ve şanslıysak o kadar,
tam düştüğümüz an,
suyun soğukluğunu hissedip ürperdiğimiz,
fani endişelere kapıldığımız,
kendimizi kandırdığımız,
son bir kez umudun kollarına tutunduğumuz o an,
ölmek gerek...

onlarca balığın akşam yemeği olurken,
huzurla gülümsemek gerek,
"doyacaksanız siz doyun, 
bir oltaya takılıncaya dek"... 

ve sen,
belki o balıkları atarken ağzına,
kurduğun güzel sofranda,
benden de bir parça
yerleşir midene...

5 Mart 2012 Pazartesi

Like Dying in the Sun...

güneş kapımı dövüyor..
eh be..
sevmiyorum seni, git..
hiç sevmedim, bilmiyorsun sanki..
henüz gözlerimi açmadım,
ve planlarım arasında da değil..
ben, güneşte yazmayı sevmiyorum.
"neden yazıyorsun?" diye de sormuyorum kendime..
sormaktan bıkalı çok oldu,
artık sadece yapıyorum.
güneş kapımın altından bakıyor..
sen de mi yatağıma girmek istiyorsun?
yuh ulan, sen de mi?..
sevmiyorum seni, git..
diğerlerini de sevmemiştim, haklısın.
ama en çok seni sevmiyorum..
umutlu yarınlar vaad ediyorsun bana,
suç bende değil,
kandırıyorsun beni..
ilaçlardan kaçıyorum, yatağımdan çıkmıyorum,
o gürültülü parlaklığınla,
ısrarla uyandırıyorsun beni..
eh be..
sevmiyorum seni...
açmayacağım gözlerimi,
perdeyi aralamayacağım,
camı açıp derin bir nefes almayacağım
ve barışmayacağım bugün
seninle...

***

ölmemek için, damarlarıma tutunurdun biliyorum o uçurumun kıyısında.. 
kendini o kadar çok seviyordun ki, 
susuz kalsan beni ağlatırdın saatlerce 
ve kana kana içerdin gözyaşlarımı, tuzuna aldırmadan.. 
o kadar sevmedin ki beni, 
muhakkak azarlardın, tuzun suçlusu ben olurdum.. 


o kadar sevmedin ki beni, 
ben seni sevmekten, kendimi unuttum.. 
derimi beğenmesen, söküp atmanın yollarını arayacaktım, 
ellerimi beğenmesen, yenilerini bulmaya çalışacaktım.. 


o kadar seviyordun ki kendini, 
bir tutam bile ayırmak aklına gelmedi, 
benim için...


o kadar seviyordun ki kendini, 
doğduğun gün, vazgeçtin benden.. 
içimdeki yerçekimsizlikle hâlâ asılı duruyor havada
senin için seçtiğim kelimeler.. 
acıtıyorlar canımı iç organlarıma değdiklerinde her seferinde. 


öyle derin bir kuyu kazdın ki, biliyorum ben düşene kadar, 
kıyamet kopacak... 


son kez sarıldığında sıkıca.. 
kimse böyle küfür etmemişti bana. 
kimse böyle küçük düşürmemişti. 
kimse, ayaküstü sikmemişti beni... 
sen yine kendin için, günah çıkartıyordun oysa ki.. 


ve ben hâlâ içimde beslediğim nefretlerden bir tutam bile ayıramıyorum sana... 
kafanı koyup uyuduğun, 
o otobüsün camı olmak istiyorum.. 
üşüyüp sarıldığın yorganını kıskanıyorum.. 
ellerini benden daha fazla tutmuş o tükenmez kaleme özeniyorum.. 
belki o küçük kız çocuğunun gözleri olmak istiyorum, 
sana bakabilen.. 
en sonunda, siktiğin orospu kadar bile olamıyorum...


susadın mı?
hadi gel... 

4 Mart 2012 Pazar

Bu gece..

Bu gece yalnızca mide bulantısı..
halbuki öyle olmamalıydı,
düşüp karların tam ortasına,
kırmızıya boyamalıydım onları da..
Sarılmalılardı bana,
uyumalıydık sonra..
Hiç bir pezevengin istemediği gibi..
Sımsıcak sarılıp,
ısıtmalıydı beni kar..
Karda öldünüz mü hiç?
Hissettiniz mi ölürken, ne kadar da sıcaktır.
Adeta teselli etmek istercesine,
gözlerinizi kapatırken,
elleri ne kadar yumuşak,
huzurlu ve sıcacıktır...
Karda ölmeyi denediniz mi acaba?
Hepiniz sıkıcı mısınız,
yatağınızda huzurla ölmeyi dileyecek kadar
ve kafanız güzel mi,
o kadar şanslı olabileceğinizi düşünecek kadar?
Şimdi lütfen,
biraz siktirip gidin..
Çünkü iğrenç ses tonunuz yankılanırken
odamın duvarları kirleniyor,
her geçen saniye..
Temizleyemiyorum,
gözyaşlarım yetmiyor,
ben yetmiyorum...
Hadi, artık gidin...

3 Mart 2012 Cumartesi

bak şimdi, bileklerim ağlıyor, hüngür hüngür..
ne oldu, korkuyor musun benden?
ne görüyorsun gözlerime bakınca da,
gözbebeklerin durmaksızın koşmaya başlıyorlar?
acıtır mıyım canını?
belki de seni öldürürüm diye düşünüyorsun.
ben sadece, beraber değelim istiyordum,
şişenin sonuna..
son yudumda, beraber düşelim istiyordum o uçurumdan..
ne oldu?
korkuyor musun?..
korkma..
ben henüz, sıramı bekliyorum.
bir bir koparıyorsunuz ruhumdan, tüketmenizi bekliyorum.
tüketmek istiyorsunuz, durmaksızın.
acıdan zevk alıyorsunuz siz de, görebiliyorum işte!
ama son lokmadan sonra,
korkmaya başlayabilirsin benden.
çünkü, en mutlu anında,
en zamansız, en beklenmedik, en ani,
en yaşamak isterken..
hiç tereddütsüz saçlarını okşayabilirim
ve ılık bir ölüm olup gözbebeklerini ziyaret edebilirim.
üzülmem, acı çekmem, sevinmem ve asla pişman olmam..
hepsi, ruhsuzluğumdan...
öldürünce yeniden doğacağım, biliyorsun..
korkuyorsun
ve
ancak ve ancak bir orospunun orgazm taklidi gibi titriyor bedenin, korkudan
ve utanmıyorsun...
sen de isa kadar,
orospu çocuğusun...

***