bir an, sonuna kadar açıp pencereyi
boğazın yırtılana dek çığlık atmak istiyorsun...
hayat duracak sanıyorsun,
yeteri kadar bağırabilirsen...
pencereyi açıyorsun,
şehrin iğrenç gürültüsü çarpıyor suratına.
okkalı bir tokat yiyorsun...
sinirleniyorsun,
başın zaten ağrıyor deli gibi...
bir şeyler dinlemeye ihtiyacın var,
kulaklık doğru düzgün çalışmıyor,
ağlamak istiyorsun,
neden ağladığını anlayamıyorsun..
kulaklığın kablosunu doluyorsun boynuna,
ne yapacaksın?..
düzeliyor bir kaç sinir krizinden sonra...
sen bozuluyorsun,
bildiğin tüm küfürleri sarfetmişsin,
ah şu baş ağrısı! ...
***
bu delilik için, onlarca ve hatta yüzlerce sebebim var.. sevmiyorum saçlarımdaki kokuyu. sana güzel gelen hiçbir şeyi sevmiyorum.. cam bir fanusun içerisinde, kendimi okyanusun dibinde sanıyorum... karşı koyacak fırsatım olmuyor hiç, farkedecek şansım olmuyor.. aynı duvarlara tosluyorum...
farkını ödeyip temiz bir ruh satın almak istiyorum, kendiminkini iade ederek, üzerime olanını bulamıyorlar bir türlü..
tüm torbalarda boş umutlarım var, tren raylarının üzerinde onlarca umut taşıyorum..
kimse elinde bavuluyla beklemiyor beni.. hiç bir durağa varamıyorum bir türlü..
çığlık atamıyorum...
girmediğiniz çıkmaz sokağın bir köşesinde, hayallerime asılmış çamaşırlar yüzünden nemleniyor tüm zihnim...
her şey daha da bulanık düne göre..
bir lokma ölümü yutuveriyorum, az su ile birlikte...
ölümünüz, elinizden alınmamıştır hiç.. ta midemden alıyorlar onu, bunca uğraşa değer gibi...
bir ölüm doğurabilirdim, içimde besleyip, her gün sulayabilirdim, olmuyor...
adam asmaca oynuyor küçük veletler, damarlarımda...
adamlar damarlarıma tecavüz ediyorlar durmaksızın.. hep öleyim istiyorlar, onlar hep daha fazla yaşasın!
öldürün öldürebilirseniz! benim canım çok yanıyor!...
yarınların tozunu alıyor kadının biri..
bırak dağınık kalsın!..
görmek istemiyorum onların hiç birini...
bardağın dolu tarafını uzatıyor bana...
tecavüz etsinler istyorum ona, onlarca gölgeler...
düşünmeden öldürsünler ve gecenin içerisindeki bir çöplüğün ortasına atıversinler onu...
"yapma" diyor, "barışabilirsin benimle, aynaya bak yeter sadece.."
tüm aynaları kırmışlar mı?
onlarca yüzüm beliriyor duvarda...
hepsi için ayrı ölümler beliriyor gözbebeklerimde,
aynaları kırmış olsalar gerek,
ben bu kadar çok muydum?
tahammül edebiliyor muydum?
bir yumruk savuruyorum tüm suretlerime,
düşerken yere, nereye tutunacağımı bilemiyorum...
sonunda hep daha fazla parçaya bölünüyorum,
hep daha fazla ölüyorum...
başım ağrıyor..
ben, bir türlü ölemiyorum!...
28 Mart 2012 Çarşamba
26 Mart 2012 Pazartesi
Eski...
eski bir pikap
eski bir plaktan
çok daha eski bir parça çalarken,
sen de çok daha eskilerde,
çok daha geçmiş zamanlarda,
çok daha uzak günlerde olmak istiyorsun...
ayrı bir ülke,
başka bir şehir,
değişik bir kültür istemiyorsun belki ama,
ayrı bir "zaman" istiyorsun...
bu zamanın getirdikleri yoruyor,
kafan kaldırmıyor,
her şeyi bilmek,
her şeyden haberdar olmak,
tüm o çirkinlikleri, birebir şahit olmamana rağmen yaşamak zorunda olmak,
kaldıramayacağın bir durum haline geliyor...
tüm bu imkanlardan,
"iletişim"den bunalıyorsun,
kaldıramıyorsun artık...
başka bir "zaman"ın kollarına bırakıyorsun kendini,
o zamanın şarkıları yankılanırken,
bir an olsun bile düşünmüyorsun ama,
gözünden ufak bir damla yaş akıveriyor işte,
belki biraz canın yanmıştır...
gözlerini yeniden açana kadar,
başka bir "zaman"ın kollarında,
dans ediyorsun doyasıya...
***
eski bir fotoğraf, tebessüm ettirebilir bir miktar,
ya da gözlerimi doldurabilir, yaşlarını akıtmadan..
eski bir tat, heyecanlandırabilir biraz,
ya da gözlerimi kısabilir biraz, hatırlamaya çalışır gibi...
eski bir şarkı, hüngür hüngür ağlatır elbet,
çok mu neşeli? hüngür hüngür ağlatır...
aşktan mı bahsediyor?
sevinçten?
hüzünden?
ayrılıktan?
beraberlikten?
hüngür hüngür ağlatır...
eski bir şarkı, ne anlatırsa anlatsın, özlem demektir..
özlem, hüngür hüngür ağlatır...
eski bir koku...
işte o canıma okuyabilir..
ne ağlatır,
ne güldürür,
ne düşündürür...
lanet bir yumru gibi boğaza takılır, orada durur...
lanet bir öfke gibi burun deliklerimi taciz eder,
nefes almaktan soğutur...
dünyadaki en güzel şey olur bazen,
çok koklayınca, bitmesinden korkarsın,
daha çok duymak için kokuyu, alabildiğin en büyük nefesi almaya çalışırsın...
bir koku,
her şeyi yıkabilir
ve yeniden yapabilir, her şeyi...
eski olanlara dokunmak, tehlikelidir yalnızca...
eski göz yaşlarına,
eski bir gramofona,
eski bir saza,
eski bir dosta,
eski bir sevgiliye,
eski bir şehire,
dokunmak,
olmaması gerekecek kadar,
tehlikelidir..
***
eski bir plaktan
çok daha eski bir parça çalarken,
sen de çok daha eskilerde,
çok daha geçmiş zamanlarda,
çok daha uzak günlerde olmak istiyorsun...
ayrı bir ülke,
başka bir şehir,
değişik bir kültür istemiyorsun belki ama,
ayrı bir "zaman" istiyorsun...
bu zamanın getirdikleri yoruyor,
kafan kaldırmıyor,
her şeyi bilmek,
her şeyden haberdar olmak,
tüm o çirkinlikleri, birebir şahit olmamana rağmen yaşamak zorunda olmak,
kaldıramayacağın bir durum haline geliyor...
tüm bu imkanlardan,
"iletişim"den bunalıyorsun,
kaldıramıyorsun artık...
başka bir "zaman"ın kollarına bırakıyorsun kendini,
o zamanın şarkıları yankılanırken,
bir an olsun bile düşünmüyorsun ama,
gözünden ufak bir damla yaş akıveriyor işte,
belki biraz canın yanmıştır...
gözlerini yeniden açana kadar,
başka bir "zaman"ın kollarında,
dans ediyorsun doyasıya...
***
eski bir fotoğraf, tebessüm ettirebilir bir miktar,
ya da gözlerimi doldurabilir, yaşlarını akıtmadan..
eski bir tat, heyecanlandırabilir biraz,
ya da gözlerimi kısabilir biraz, hatırlamaya çalışır gibi...
eski bir şarkı, hüngür hüngür ağlatır elbet,
çok mu neşeli? hüngür hüngür ağlatır...
aşktan mı bahsediyor?
sevinçten?
hüzünden?
ayrılıktan?
beraberlikten?
hüngür hüngür ağlatır...
eski bir şarkı, ne anlatırsa anlatsın, özlem demektir..
özlem, hüngür hüngür ağlatır...
eski bir koku...
işte o canıma okuyabilir..
ne ağlatır,
ne güldürür,
ne düşündürür...
lanet bir yumru gibi boğaza takılır, orada durur...
lanet bir öfke gibi burun deliklerimi taciz eder,
nefes almaktan soğutur...
dünyadaki en güzel şey olur bazen,
çok koklayınca, bitmesinden korkarsın,
daha çok duymak için kokuyu, alabildiğin en büyük nefesi almaya çalışırsın...
bir koku,
her şeyi yıkabilir
ve yeniden yapabilir, her şeyi...
eski olanlara dokunmak, tehlikelidir yalnızca...
eski göz yaşlarına,
eski bir gramofona,
eski bir saza,
eski bir dosta,
eski bir sevgiliye,
eski bir şehire,
dokunmak,
olmaması gerekecek kadar,
tehlikelidir..
***
24 Mart 2012 Cumartesi
ölmüş olmanın en güzel yanı, ölmüş olmaktı, ölebilmiş olmak...
henüz ölmemişken, varlığın bilincinde olmayıp, tıpkı bir ölü gibi yatmak,
acı vericiydi ve acınası bir durumdu...
ölmüş olmanın en güzel yanı, artık tiksindiğin o seslerin hiç birini duymayacak olmaktı...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
tiksindiğin o sesleri duyup, gerçek olup olmadıklarını ayırt edememek,
acı vericiydi ve acımasız bir durumdu...
ölmüş olmanın en güzel yanı, artık mideni bulandıran o suretleri asla görmeyecek olmaktı...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
uyandığın o an, gördüğün tiksinç surat,
acınası ve acımasız bir surat olacaktı...
ölmüş olmanın en güzel yanı, sen dahil kimsenin düşünemiyor oluşuydu...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
birilerinin senin yerine düşünmesi ve birilerinin "yalnızca" düşünmesi,
acıklı ve aciz bir durumdu...
ölmüş olmanın en güzel yanı, birileri senin için plan yaparken bundan hiç etkilenmemekti...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
birilerinin yaptığı planlar yüzünden bir türlü ölememek,
acıtıyordu...
ölmüş olmanın en güzel yanı, kimsenin seni zorlamak istemeyecek olmasıydı, herhangi bir şey için...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
siktiğimin ilaçları serum mu olsa, ağızdan mı verilse, götüne mi soksak
düşünceleri ile seni zorlayacak mahlukların etrafta olması,
yalnızca amcıkca idi!
ölmüş olmanın en berbat yanı,
artık kimseden nefret edemiyor olmak
artık kimseye aşık olamıyor olmak,
artık hiç bir köpeğin başını okşayamayacak,
hiç bir kedinin burnundan öpemeyecek olmak,
artık kanayamayacak,
artık ağlayamayacak,
artık gülemeyecek,
artık küfredemeyecek,
artık sarhoş olamayacak,
artık yüzemeyecek,
artık sevişemeyecek,
artık dinleyemeyecek,
artık çalamayacak,
artık çimenleri hissedemeyecek,
artık,
,artık olmak...
birden bire,
aniden,
topraktaki bir artığa dönüşmüş olmak...
bir tutam ölsek, belki düzelir, her şey...
kadehin dibindeki son yudum gibi ölsek,
gece atılan son kahkaha gibi,
en aşık sevişmedeki orgazm gibi,
mutluluktan akan gözyaşı gibi,
güneşin, doğudan battığı o an gibi,
ölsek, bir tutam,
elbet düzelir her şey...
***
henüz ölmemişken, varlığın bilincinde olmayıp, tıpkı bir ölü gibi yatmak,
acı vericiydi ve acınası bir durumdu...
ölmüş olmanın en güzel yanı, artık tiksindiğin o seslerin hiç birini duymayacak olmaktı...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
tiksindiğin o sesleri duyup, gerçek olup olmadıklarını ayırt edememek,
acı vericiydi ve acımasız bir durumdu...
ölmüş olmanın en güzel yanı, artık mideni bulandıran o suretleri asla görmeyecek olmaktı...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
uyandığın o an, gördüğün tiksinç surat,
acınası ve acımasız bir surat olacaktı...
ölmüş olmanın en güzel yanı, sen dahil kimsenin düşünemiyor oluşuydu...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
birilerinin senin yerine düşünmesi ve birilerinin "yalnızca" düşünmesi,
acıklı ve aciz bir durumdu...
ölmüş olmanın en güzel yanı, birileri senin için plan yaparken bundan hiç etkilenmemekti...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
birilerinin yaptığı planlar yüzünden bir türlü ölememek,
acıtıyordu...
ölmüş olmanın en güzel yanı, kimsenin seni zorlamak istemeyecek olmasıydı, herhangi bir şey için...
henüz ölmemiş ve ölü gibi yatarken,
siktiğimin ilaçları serum mu olsa, ağızdan mı verilse, götüne mi soksak
düşünceleri ile seni zorlayacak mahlukların etrafta olması,
yalnızca amcıkca idi!
ölmüş olmanın en berbat yanı,
artık kimseden nefret edemiyor olmak
artık kimseye aşık olamıyor olmak,
artık hiç bir köpeğin başını okşayamayacak,
hiç bir kedinin burnundan öpemeyecek olmak,
artık kanayamayacak,
artık ağlayamayacak,
artık gülemeyecek,
artık küfredemeyecek,
artık sarhoş olamayacak,
artık yüzemeyecek,
artık sevişemeyecek,
artık dinleyemeyecek,
artık çalamayacak,
artık çimenleri hissedemeyecek,
artık,
,artık olmak...
birden bire,
aniden,
topraktaki bir artığa dönüşmüş olmak...
bir tutam ölsek, belki düzelir, her şey...
kadehin dibindeki son yudum gibi ölsek,
gece atılan son kahkaha gibi,
en aşık sevişmedeki orgazm gibi,
mutluluktan akan gözyaşı gibi,
güneşin, doğudan battığı o an gibi,
ölsek, bir tutam,
elbet düzelir her şey...
***
19 Mart 2012 Pazartesi
bir cinnet anı olsa gerek, tam hatırlamıyorum.. ellerimi kanlar içerisinde gördüğüm sırada anladım, herşey için çok geç olduğunu. belki de asla geri dönemeyeceğim sonsuz bir çıkmaz sokağa girdiğim anın o olduğunu, çok sonralar anladım..
hayatına giren her insanı kaybedecektin, aynadaki yansımandan nefret edecektin, aynadaki yansımana hayran kalacaktın, bir katil olacaktın, sürekli uyuyacak, hiç uyuyamayacaktın, artık kararların sana ait olmayacaktı, sürekli aşık olacaktın, sürekli nefret edecektin, kimsenin yatağına yatamayacaktın, sabah yanında ölü bulma korkusu ile, kimse bir adım atmak istemeyecekti, hastalıklı bir ruh haline bürünüp, daha da hasta olacaktın, sen o değildin, o olamazdın, sana göre değildi, yürümeden koşmaya niyetlenecektin, koşmaya başlayacaktın, o duvara bir sinek gibi çarptıktan sonra sürünmeye bile halin kalmayacaktı, başka dünyalara açılan kapından içeri girip, asla çıkmak istemeyecektin, bu sefer başka anlamlar yükleyip başka isimler takacaklardı sana, sen sadece "sen"din oysaki, onlar başka şeyler söyleyeceklerdi sana, asla kabullenemeyecektin, öfkeni dindiremeyecek, uyuşturulmadan şevkatle yaklaşamayacaktın küçük bir çocuğa dahi, birini bitiremeden diğerine başlayacaktın, bir türlü nokta koyamayacak, sürekli virgüller yaratacaktın hayatında, hepsine bir tutam aşık olacaktın, hiç birinin tadına bakamayacaktın, bir türlü aşık olamayacaktın, bir türlü de inanmayacaktın yalan aşklarına, her şey düzeldi sandığın an, bir sanrı ile uyanacaktın yatağından, kimle konuştuğunu sormasalar iyiydi aslında, insanın yalnız kalmasından iyi değil midir zihnindeki suretler diye düşünecektin, soramayacaktın, anlatamayacaktın bir türlü, sadece bir tutam şevkat isteyecektin, her seferinde bir tutam şevkat sunacaklardı sana, tam alışmışken, tam iyiyken, başarabilecekken tam, daha fazla saklayamayacaklardı özlerindeki canavarı, hırpalanmış bir sokak köpeğine ağlayacaktın kendi hırpalanmışlığını boşverip, onlara sarılacak, onları öpecektin, ormanlarda onların ellerini tutacak, artık onları sevecektin sadece, kimseye anlatmak istemeyecektin ama sürekli sormaya devam edeceklerdi, tahammülün gözlerindeki yaş kadar olacaktı bir müddet sonra, sen yine kendini aynı dört duvarın arasında bulacaktın, aynı hikayeyi tekrar tekrar yaşayacaktın, bir türlü yorulmayacaktın,,,,
hayatına giren her insanı kaybedecektin, aynadaki yansımandan nefret edecektin, aynadaki yansımana hayran kalacaktın, bir katil olacaktın, sürekli uyuyacak, hiç uyuyamayacaktın, artık kararların sana ait olmayacaktı, sürekli aşık olacaktın, sürekli nefret edecektin, kimsenin yatağına yatamayacaktın, sabah yanında ölü bulma korkusu ile, kimse bir adım atmak istemeyecekti, hastalıklı bir ruh haline bürünüp, daha da hasta olacaktın, sen o değildin, o olamazdın, sana göre değildi, yürümeden koşmaya niyetlenecektin, koşmaya başlayacaktın, o duvara bir sinek gibi çarptıktan sonra sürünmeye bile halin kalmayacaktı, başka dünyalara açılan kapından içeri girip, asla çıkmak istemeyecektin, bu sefer başka anlamlar yükleyip başka isimler takacaklardı sana, sen sadece "sen"din oysaki, onlar başka şeyler söyleyeceklerdi sana, asla kabullenemeyecektin, öfkeni dindiremeyecek, uyuşturulmadan şevkatle yaklaşamayacaktın küçük bir çocuğa dahi, birini bitiremeden diğerine başlayacaktın, bir türlü nokta koyamayacak, sürekli virgüller yaratacaktın hayatında, hepsine bir tutam aşık olacaktın, hiç birinin tadına bakamayacaktın, bir türlü aşık olamayacaktın, bir türlü de inanmayacaktın yalan aşklarına, her şey düzeldi sandığın an, bir sanrı ile uyanacaktın yatağından, kimle konuştuğunu sormasalar iyiydi aslında, insanın yalnız kalmasından iyi değil midir zihnindeki suretler diye düşünecektin, soramayacaktın, anlatamayacaktın bir türlü, sadece bir tutam şevkat isteyecektin, her seferinde bir tutam şevkat sunacaklardı sana, tam alışmışken, tam iyiyken, başarabilecekken tam, daha fazla saklayamayacaklardı özlerindeki canavarı, hırpalanmış bir sokak köpeğine ağlayacaktın kendi hırpalanmışlığını boşverip, onlara sarılacak, onları öpecektin, ormanlarda onların ellerini tutacak, artık onları sevecektin sadece, kimseye anlatmak istemeyecektin ama sürekli sormaya devam edeceklerdi, tahammülün gözlerindeki yaş kadar olacaktı bir müddet sonra, sen yine kendini aynı dört duvarın arasında bulacaktın, aynı hikayeyi tekrar tekrar yaşayacaktın, bir türlü yorulmayacaktın,,,,
17 Mart 2012 Cumartesi
Uzun zaman önce terk edildiği belli olan o eski püskü ahşap evin tavan arasında, tozlu bir daktilo ilişiyor gözüme...
Uzun zaman önce terk edilmiş tozlu hayallerimi yazabilmek için, oturuyorum başına, tozunu almadan...
Harflere öfkeyle vurduğum her an, parmak uçlarım bir bir kanamaya başlıyor..
Tozların altına saklanmış hayal kırıklıkları, parmaklarıma batıyor, canımı acıtıyor, kanatıyorlar...
Ben yazdıkça kanıyor, ağlıyor ve daha çok yazıyorum...
Parmak uçlarımdaki acı, kızıl bir kahkahaya dönüşüyor, gitgide daha çok bağlanıyorum...
Tavan arasındaki küçük pencerenin birden açılmasıyla, tüm harflerim savruluveriyor yerlere bir bir..
Toplamaya üşeniyorum, bir de ben basıyorum üzerlerine...
Ayaklarımın dibinde beliren pikap, yalvarır gözlerle bakıyor sanki...
Uzun zamandır bir melodi gezinmemiş dudaklarında, canı acıyor belli, onun da...
Tozunu almak istiyorum, kırmızıya boyanıyor...
İğnesini kaybetmiş, kendi dallarımdaki dikenlerden bir tane hediye ediyorum...
Aşık bir melodi çalmaya başlıyor, "keşke tozlu kalsaydın..."
Esip duran rüzgar notaları odanın içerisinde savurdukça içime bir parça aşk yerleşiyor...
Sevmiyorum onu...
Tavan arasının en kuytu köşesinde bir eski sevgiliye rastlıyorum...
Rüzgardan ve saçlarımdan bahsediyor, ben yine ona inanmıyorum..
Geri dönmelerden sıkıldım artık, bırakıp gitmek istiyorum,
Paçama yapışıyor rüzgar.. Kendimden bile kaçamıyorum...
Oturup ağlıyorum küçük bir kız çocuğu gibi,
Akordu bozuk o piyano, gülümsüyor bana...
Parmaklarımı tuşlarında gezdiriyorum, neşeli bir kakofoni çarpıyor duvarlara!
Rüzgar benden kaçıyor, eski sevgili uzaklaşıyor, eski resimler bir bir soluyorlar...
"Saçlarımdaki rüzgar gibisin, dağıtıp kaçmaktan başka bir bok yapamayan..."
Beni duymuyor...
Tavan arasındaki sallanan sandalyeye kıvrılıyorum...
Yağmur çiselemeye başlamış, gözbebeklerim fark ediyor..
Ben fark etmiyorum...
Piyano çalmaya devam ediyor...
Ben yalnızca, si bemol olmak istiyorum, havada onu yakalıyorum, avuçlarımın içinde saklıyorum...
Ölümü ılık bir rüzgar sanıyorum, baharın ilk günlerinde, ansızın gelen...
Nefesimin yokluğunu hiç fark etmiyorum, o tozlu tavan arasında...
Benim yokluğumu, kimse fark etmiyor...
Tavan arasındaki bir toz tanesinden ibaret oluyorum,
sonunda...
Uzun zaman önce terk edilmiş tozlu hayallerimi yazabilmek için, oturuyorum başına, tozunu almadan...
Harflere öfkeyle vurduğum her an, parmak uçlarım bir bir kanamaya başlıyor..
Tozların altına saklanmış hayal kırıklıkları, parmaklarıma batıyor, canımı acıtıyor, kanatıyorlar...
Ben yazdıkça kanıyor, ağlıyor ve daha çok yazıyorum...
Parmak uçlarımdaki acı, kızıl bir kahkahaya dönüşüyor, gitgide daha çok bağlanıyorum...
Tavan arasındaki küçük pencerenin birden açılmasıyla, tüm harflerim savruluveriyor yerlere bir bir..
Toplamaya üşeniyorum, bir de ben basıyorum üzerlerine...
Ayaklarımın dibinde beliren pikap, yalvarır gözlerle bakıyor sanki...
Uzun zamandır bir melodi gezinmemiş dudaklarında, canı acıyor belli, onun da...
Tozunu almak istiyorum, kırmızıya boyanıyor...
İğnesini kaybetmiş, kendi dallarımdaki dikenlerden bir tane hediye ediyorum...
Aşık bir melodi çalmaya başlıyor, "keşke tozlu kalsaydın..."
Esip duran rüzgar notaları odanın içerisinde savurdukça içime bir parça aşk yerleşiyor...
Sevmiyorum onu...
Tavan arasının en kuytu köşesinde bir eski sevgiliye rastlıyorum...
Rüzgardan ve saçlarımdan bahsediyor, ben yine ona inanmıyorum..
Geri dönmelerden sıkıldım artık, bırakıp gitmek istiyorum,
Paçama yapışıyor rüzgar.. Kendimden bile kaçamıyorum...
Oturup ağlıyorum küçük bir kız çocuğu gibi,
Akordu bozuk o piyano, gülümsüyor bana...
Parmaklarımı tuşlarında gezdiriyorum, neşeli bir kakofoni çarpıyor duvarlara!
Rüzgar benden kaçıyor, eski sevgili uzaklaşıyor, eski resimler bir bir soluyorlar...
"Saçlarımdaki rüzgar gibisin, dağıtıp kaçmaktan başka bir bok yapamayan..."
Beni duymuyor...
Tavan arasındaki sallanan sandalyeye kıvrılıyorum...
Yağmur çiselemeye başlamış, gözbebeklerim fark ediyor..
Ben fark etmiyorum...
Piyano çalmaya devam ediyor...
Ben yalnızca, si bemol olmak istiyorum, havada onu yakalıyorum, avuçlarımın içinde saklıyorum...
Ölümü ılık bir rüzgar sanıyorum, baharın ilk günlerinde, ansızın gelen...
Nefesimin yokluğunu hiç fark etmiyorum, o tozlu tavan arasında...
Benim yokluğumu, kimse fark etmiyor...
Tavan arasındaki bir toz tanesinden ibaret oluyorum,
sonunda...
16 Mart 2012 Cuma
Chopin...
Chopin çalarken hep yağmur yağsın, yağmur yağarken hep Chopin çalsın isterim..
Gökyüzünde beliren notaları takip edip, nüansları kulağımda hissetmek, bulutlardan kayıp giden o parmakları yakalamaya çalışmak...
Bir çocukluk anına dönmek, çocuk olabilmeyi özlemek.. Yarım yamalak çocukluğuna dair hatıraları gözünde büyütmek...
Anneannesine anne demiş, babasına hem hayran olmuş, hem ondan deli gibi korkup kaçmış küçük bir kız çocuğu olarak, belki de kendi gizli piçliğimi özledim, bir yağmurun altında ıslanırken..
Küçük bir sokak köpeği, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında bizimle birlikte ıslanır ve üşürken, köpeği kucağımıza alıp eve döndüğümüzde anneden işitilen o tatlı azarı özledim bugün...
Ben saçlarımı kurularken fonda çalan Barış Manço'yu, çocuk aklıyla ona eşlik eden kız çocuğunu özledim...
Okumayı herkesten önce söktüğü için derslerde sıkılıp, tembel yaftası yiyen o küçük kızın, tembel olabilme özgürlüğünü özledim..
Sınıfındaki veletlerin salaklıklarından sıkılıp, öğretmenin not aldırdığı her şeye inat olsun diye, duyduğu her kelimeyi tersinden yazan, okula ailesi çağırılan, sorun yaratmaktan çok eğlenebilmeyi isteyen o küçük kız gibi, küçük eğlenceler yaratamak istedim dünyada yalnızca..
Sahneye çıktığında herkesin aklında en son "o" kalsın, en yüksek alkışı, en büyük "bravo"yu o alsın, ama ne babası duyabilsin, ne annesi izleyebilsin... Herkes yarattığı sorunlar yüzünden kızsın o'na..
"Neden böyle yapıyorsun? Neyin eksik? Ne sıkıntın var, anlat hadi bize..."
Dünya'nın herhangi bir yerinde yağan o yağmurun altında ıslanırken bugün, babamı özlemeyi bile özledim...
O'nu yazmayı, ona ağlamayı, onu özlemeyi..
Koca koca heriflerin okurken ağladığı, acıtan, kanatan, donduran o yazıları yazabilmiş küçük kız olmayı özledim bugün...
Ölmemden korkup, bunun yerine ruhumu sömürmeyi, bayağılaştırmayı, kontrol altına almayı tercih eden o insanlardan nefret edebilecek gücü bulduğum günleri özledim..
***
Her Chopin çaldığında o gri bulutlardan yağan yağmurun altında, gözyaşlarımı akıtabilmenin özgürlüğüyle başımı gökyüzüne çeviririm...
Gökyüzü, ağlamaklı olup eşlik eder, benimle aheste aheste dans etmekten kaçınmaz... Ben tüm erkekleri bir yana bırakıp, o esen rüzgara aşık olurum... Kulağımdaki eksilmeyen melodiye kulak verir, gözlerimi yumarım insanların bir sel olup akıp gitmesine... Ben bazen gökyüzüne yükselir, bir melek olur, ardından şeytan gibi toprağa çakılırım... Chopin çalarken ben kendimi, ufacık bir yağmur damlası sanarım...
***
Avuçlarında, babasından göremediği bir tutam sevgiyi görebildiği her adama sarılıp,
özlemlerini geride bıraktı o küçük kız...
Onun yerine bir tutam hissizlik, yorgunluk ve açlık yerleşti kalbinin ortasına, hiç şikayet etmedi...
Yağmur altında dakikalarca bir kediyi sevip, bir köpeğin burnundan öperken tüm insanlardan uzaklaştığının farkında değildi..
O insanlar üzerine üzerine yürürken, kaçmanın bir çizik atmak olacağını bilemedi, kendi bileklerine...
Durmaksızın kaçmak istedi, durmaksızın kaçtı da...
Dört duvar arasına sıkışıp kalıncaya kadar, o duvara toslayıncaya kadar durmaksızın koşardı, durmaksızın koştu da...
Uçurumun kenarında olmak istedi, kocaman bir kafesin içinde uçurumu izlettiler..
Okyanusun dibinde olmak istedi, bir bardak suyu eline tutuşturdular...
Saçlarını okşayacak birini diledi yalnızca, kırmızı bir tarak hediye ettiler...
Ağlamadı..
Sızlanmadı da...
Yalnızca uyudu, o bile çoktu bazılarına...
Yastıklarını aldılar başının altından...
Bir ağacın dalındaki sararmaya meyilli bir yaprak olmayı tercih etti..
Rüzgar onun en yakın dostu oldu..
Kendi kararlarını kendi veremiyordu artık, en güzeli, rüzgarın kollarında savrulmaktı, savruluyordu, savrulacaktı...
Gökten bir yağmur damlası düşüp, yine aktı gözlerinden... Yağmur elleriyle sildi yaşları...
Gülümsedi..
Teşekkür etti.. Daima teşekkür ederdi...
"Şimdi, ufacık bir ölüm rica edebilir miyim?.. Teşekkür ederim..."
fizy / chopin - walc a-moll
Gökyüzünde beliren notaları takip edip, nüansları kulağımda hissetmek, bulutlardan kayıp giden o parmakları yakalamaya çalışmak...
Bir çocukluk anına dönmek, çocuk olabilmeyi özlemek.. Yarım yamalak çocukluğuna dair hatıraları gözünde büyütmek...
Anneannesine anne demiş, babasına hem hayran olmuş, hem ondan deli gibi korkup kaçmış küçük bir kız çocuğu olarak, belki de kendi gizli piçliğimi özledim, bir yağmurun altında ıslanırken..
Küçük bir sokak köpeği, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında bizimle birlikte ıslanır ve üşürken, köpeği kucağımıza alıp eve döndüğümüzde anneden işitilen o tatlı azarı özledim bugün...
Ben saçlarımı kurularken fonda çalan Barış Manço'yu, çocuk aklıyla ona eşlik eden kız çocuğunu özledim...
Okumayı herkesten önce söktüğü için derslerde sıkılıp, tembel yaftası yiyen o küçük kızın, tembel olabilme özgürlüğünü özledim..
Sınıfındaki veletlerin salaklıklarından sıkılıp, öğretmenin not aldırdığı her şeye inat olsun diye, duyduğu her kelimeyi tersinden yazan, okula ailesi çağırılan, sorun yaratmaktan çok eğlenebilmeyi isteyen o küçük kız gibi, küçük eğlenceler yaratamak istedim dünyada yalnızca..
Sahneye çıktığında herkesin aklında en son "o" kalsın, en yüksek alkışı, en büyük "bravo"yu o alsın, ama ne babası duyabilsin, ne annesi izleyebilsin... Herkes yarattığı sorunlar yüzünden kızsın o'na..
"Neden böyle yapıyorsun? Neyin eksik? Ne sıkıntın var, anlat hadi bize..."
Dünya'nın herhangi bir yerinde yağan o yağmurun altında ıslanırken bugün, babamı özlemeyi bile özledim...
O'nu yazmayı, ona ağlamayı, onu özlemeyi..
Koca koca heriflerin okurken ağladığı, acıtan, kanatan, donduran o yazıları yazabilmiş küçük kız olmayı özledim bugün...
Ölmemden korkup, bunun yerine ruhumu sömürmeyi, bayağılaştırmayı, kontrol altına almayı tercih eden o insanlardan nefret edebilecek gücü bulduğum günleri özledim..
***
Her Chopin çaldığında o gri bulutlardan yağan yağmurun altında, gözyaşlarımı akıtabilmenin özgürlüğüyle başımı gökyüzüne çeviririm...
Gökyüzü, ağlamaklı olup eşlik eder, benimle aheste aheste dans etmekten kaçınmaz... Ben tüm erkekleri bir yana bırakıp, o esen rüzgara aşık olurum... Kulağımdaki eksilmeyen melodiye kulak verir, gözlerimi yumarım insanların bir sel olup akıp gitmesine... Ben bazen gökyüzüne yükselir, bir melek olur, ardından şeytan gibi toprağa çakılırım... Chopin çalarken ben kendimi, ufacık bir yağmur damlası sanarım...
***
Avuçlarında, babasından göremediği bir tutam sevgiyi görebildiği her adama sarılıp,
özlemlerini geride bıraktı o küçük kız...
Onun yerine bir tutam hissizlik, yorgunluk ve açlık yerleşti kalbinin ortasına, hiç şikayet etmedi...
Yağmur altında dakikalarca bir kediyi sevip, bir köpeğin burnundan öperken tüm insanlardan uzaklaştığının farkında değildi..
O insanlar üzerine üzerine yürürken, kaçmanın bir çizik atmak olacağını bilemedi, kendi bileklerine...
Durmaksızın kaçmak istedi, durmaksızın kaçtı da...
Dört duvar arasına sıkışıp kalıncaya kadar, o duvara toslayıncaya kadar durmaksızın koşardı, durmaksızın koştu da...
Uçurumun kenarında olmak istedi, kocaman bir kafesin içinde uçurumu izlettiler..
Okyanusun dibinde olmak istedi, bir bardak suyu eline tutuşturdular...
Saçlarını okşayacak birini diledi yalnızca, kırmızı bir tarak hediye ettiler...
Ağlamadı..
Sızlanmadı da...
Yalnızca uyudu, o bile çoktu bazılarına...
Yastıklarını aldılar başının altından...
Bir ağacın dalındaki sararmaya meyilli bir yaprak olmayı tercih etti..
Rüzgar onun en yakın dostu oldu..
Kendi kararlarını kendi veremiyordu artık, en güzeli, rüzgarın kollarında savrulmaktı, savruluyordu, savrulacaktı...
Gökten bir yağmur damlası düşüp, yine aktı gözlerinden... Yağmur elleriyle sildi yaşları...
Gülümsedi..
Teşekkür etti.. Daima teşekkür ederdi...
"Şimdi, ufacık bir ölüm rica edebilir miyim?.. Teşekkür ederim..."
fizy / chopin - walc a-moll
15 Mart 2012 Perşembe
Yağmurun altında koşar adım yürürken, birden bire yağmur, kendini kara çevirdi. Adımlarım biraz daha yavaşladı, karın tadını çıkarmayı, onu izlemeyi, altında yürümeyi severim. Karda üşümeyi de severim, onu izlerken ısınmayı da..
Otobüs tam hareket edecekken yetiştim. Favori koltuklarım dolduğu için en arkaya geçip ortaya oturdum. Bacak bacak üzerine atıp, kulaklığımı taktım, arkama yaslandım.. Duraklarda insanlar biniyor, kimse arkaya meyletmiyordu, "aferin size insanlar!"
Kulağımda Philip Glass, piyano tuşlarında parmaklarını gezdiriyordu. O sırada genç bir adam arkaya yönelir gözlerle bir bakış attı. Bakışını kapıp sağa doğru kaydım.. Lapa lapa kar yağıyordu, kulağımdaki müzik gri havanın ruh halini birebir yansıtıyordu, genç adam montunu çıkarmakla uğraşıyordu, ben yorgunluktan uyumamakla uğraşıyordum.. Sonunda oturdu, kulaklığını çıkarıp kulağına taktı.
Bazen, otobüslerde aşık olmak istiyor insan. Yan yana oturduğun insanın elinden tutup o otobüsten inesin geliyor..
Sağ ve sol camlar dolu olduğu için ikimiz de ortadaki, şoföre ait camı izliyorduk.. Gri gökyüzünden düşen, bembeyaz lapa lapa yağan karları izlerken acaba kulaklarında kim vardı şu an? Benimki gibi biraz karamsar mıydı? Ya da benim yüklediğim karamsarlıklardan yüklemiş miydi o da, çalan parçaya?.. Merak ettim, nedense soramadım..
Trafiğin sıkışıklığında yolu çekilir kılan tek şey müzikti.. Uyumamak için kendimle savaş veriyordum, fakat mağlubiyet için güzel bir sebebim vardı..
Başımı genç adamın omzuna koydum, sağ elimi de sağ kolunun üzerine, ki kaçamasın.. Gözlerimi kapattım, ineceği durakta nasıl olsa uyandırırdı beni.. Belki bir kaç cümle kurmuştur, ben Philip ile haşır neşirdim, dinleme fırsatı bulamadım...
Vücudu bir anlık donma halinden kurtulunca başını, başımın üzerine koydu.. İnsanoğlu içinde bulunduğu duruma ne de çabuk adapte oluyor.
Belki de ben dünyanın en kötü insanıydım.. Belki de o, en nefret ettiğim insanlardan biriydi. Bu bilinmezlik her şeyi çok daha güzel kılıyordu...
Ben uyudum, o inmedi, beni uyandırmadı.. Gözlerimi açtığımda artık kar yağmıyordu, sanırım biraz yağmur çiseliyordu.. İnmem gereken durağa yaklaşmıştık..
Kafamı kaldırdım, camdan dışarı bakıp, ayağa kalktım.. Beni durakta indirmesi için gerekli olan düğmeye bastım..
Kapı açıldı, indim.
Dışarısı çok soğuktu..
"Keşke inmeseydim..."
Otobüs tam hareket edecekken yetiştim. Favori koltuklarım dolduğu için en arkaya geçip ortaya oturdum. Bacak bacak üzerine atıp, kulaklığımı taktım, arkama yaslandım.. Duraklarda insanlar biniyor, kimse arkaya meyletmiyordu, "aferin size insanlar!"
Kulağımda Philip Glass, piyano tuşlarında parmaklarını gezdiriyordu. O sırada genç bir adam arkaya yönelir gözlerle bir bakış attı. Bakışını kapıp sağa doğru kaydım.. Lapa lapa kar yağıyordu, kulağımdaki müzik gri havanın ruh halini birebir yansıtıyordu, genç adam montunu çıkarmakla uğraşıyordu, ben yorgunluktan uyumamakla uğraşıyordum.. Sonunda oturdu, kulaklığını çıkarıp kulağına taktı.
Bazen, otobüslerde aşık olmak istiyor insan. Yan yana oturduğun insanın elinden tutup o otobüsten inesin geliyor..
Sağ ve sol camlar dolu olduğu için ikimiz de ortadaki, şoföre ait camı izliyorduk.. Gri gökyüzünden düşen, bembeyaz lapa lapa yağan karları izlerken acaba kulaklarında kim vardı şu an? Benimki gibi biraz karamsar mıydı? Ya da benim yüklediğim karamsarlıklardan yüklemiş miydi o da, çalan parçaya?.. Merak ettim, nedense soramadım..
Trafiğin sıkışıklığında yolu çekilir kılan tek şey müzikti.. Uyumamak için kendimle savaş veriyordum, fakat mağlubiyet için güzel bir sebebim vardı..
Başımı genç adamın omzuna koydum, sağ elimi de sağ kolunun üzerine, ki kaçamasın.. Gözlerimi kapattım, ineceği durakta nasıl olsa uyandırırdı beni.. Belki bir kaç cümle kurmuştur, ben Philip ile haşır neşirdim, dinleme fırsatı bulamadım...
Vücudu bir anlık donma halinden kurtulunca başını, başımın üzerine koydu.. İnsanoğlu içinde bulunduğu duruma ne de çabuk adapte oluyor.
Belki de ben dünyanın en kötü insanıydım.. Belki de o, en nefret ettiğim insanlardan biriydi. Bu bilinmezlik her şeyi çok daha güzel kılıyordu...
Ben uyudum, o inmedi, beni uyandırmadı.. Gözlerimi açtığımda artık kar yağmıyordu, sanırım biraz yağmur çiseliyordu.. İnmem gereken durağa yaklaşmıştık..
Kafamı kaldırdım, camdan dışarı bakıp, ayağa kalktım.. Beni durakta indirmesi için gerekli olan düğmeye bastım..
Kapı açıldı, indim.
Dışarısı çok soğuktu..
"Keşke inmeseydim..."
14 Mart 2012 Çarşamba
Same old story..
Hadi çık yorganın altından artık.
Açma demedik mi şu perdeyi?!
Sana bir şeyler yedirmem lazım, bu üçüncü gün.
Defol git başımdan. Henry, şuna bir şey söyle artık!
Henry kim be? Kimle konuşuyorsun yine?
Henry Lee Lucas. Henüz seni sikmedi mi? Gerçekten mi?!
Ne saçmalıyorsun bilmiyorum. Yemek yoksa serum, seç birini.
Tamam getirin serumu. Şu perdeyi de kapat.
Sana sevdiğin kremlerden getirmişler bak. Çık şu yorganın altından.
Kıçına sok kremleri. Kesin tükürmüşsündür içine. İşemiş bile olabilirsin!
Huysuzluk yapma, bak müzik cd'leri de getirmişler.
Tablete mi sokayım, kıçıma mı sokayım? N'apayım cd'yi ben?!
Ben sana ayarlarım, hadi kalk artık..
Sabır taşı mısın sen?
Başka iş bulduğum an kaçıp gidicem, merak etme.
Haha işte buu! Aferin sana. En son ne zaman seviştin?
Ne?
Biraz gergin gibisin son günlerde. En son ne zaman seviştin merak ettim. Çok oldu di mi?
Bana bak yemek yemiyorsan söyle de gideyim, uğraşamam senle.
Gerçekten uzun zaman olmuş. Söylemiştim zaten. Oje de getirmişler mi?
Getirmemişler. Birileriyle konuşmaya yeltenirsen kendin söylersin.
Hepsini eşekler siksin. Yürü git hadi, yorgunum.
Yemek geliyor bak, bu sefer tepsiyi falan fırlatma, temizlemesi çok zor oluyor!
Tepsi falan fırlatmadım ben. Kıçından uydurma.
Dün değil önceki gün, gayet de fırlattınız hanfendi.
Hanfendi ne lan? Lezbiyen misin sen?
Sen insanı delirtirsin!
Ondan yapıyorum işte, biraz da siz delirin.
Ne halin varsa gör, konuşanda kabahat!
Hşş gitme! O cd'leri ver bakayım! Gitmesene! Ya da git de birileriyle seviş artık, seni mi çekicez bi de! Hşş şu perdeyi kapat demedik mi?! Kevaşe..
Açma demedik mi şu perdeyi?!
Sana bir şeyler yedirmem lazım, bu üçüncü gün.
Defol git başımdan. Henry, şuna bir şey söyle artık!
Henry kim be? Kimle konuşuyorsun yine?
Henry Lee Lucas. Henüz seni sikmedi mi? Gerçekten mi?!
Ne saçmalıyorsun bilmiyorum. Yemek yoksa serum, seç birini.
Tamam getirin serumu. Şu perdeyi de kapat.
Sana sevdiğin kremlerden getirmişler bak. Çık şu yorganın altından.
Kıçına sok kremleri. Kesin tükürmüşsündür içine. İşemiş bile olabilirsin!
Huysuzluk yapma, bak müzik cd'leri de getirmişler.
Tablete mi sokayım, kıçıma mı sokayım? N'apayım cd'yi ben?!
Ben sana ayarlarım, hadi kalk artık..
Sabır taşı mısın sen?
Başka iş bulduğum an kaçıp gidicem, merak etme.
Haha işte buu! Aferin sana. En son ne zaman seviştin?
Ne?
Biraz gergin gibisin son günlerde. En son ne zaman seviştin merak ettim. Çok oldu di mi?
Bana bak yemek yemiyorsan söyle de gideyim, uğraşamam senle.
Gerçekten uzun zaman olmuş. Söylemiştim zaten. Oje de getirmişler mi?
Getirmemişler. Birileriyle konuşmaya yeltenirsen kendin söylersin.
Hepsini eşekler siksin. Yürü git hadi, yorgunum.
Yemek geliyor bak, bu sefer tepsiyi falan fırlatma, temizlemesi çok zor oluyor!
Tepsi falan fırlatmadım ben. Kıçından uydurma.
Dün değil önceki gün, gayet de fırlattınız hanfendi.
Hanfendi ne lan? Lezbiyen misin sen?
Sen insanı delirtirsin!
Ondan yapıyorum işte, biraz da siz delirin.
Ne halin varsa gör, konuşanda kabahat!
Hşş gitme! O cd'leri ver bakayım! Gitmesene! Ya da git de birileriyle seviş artık, seni mi çekicez bi de! Hşş şu perdeyi kapat demedik mi?! Kevaşe..
12 Mart 2012 Pazartesi
Bir film karesinden, bir kitabın en heyecanlı sayfasından fırlayıp gelmişti sanki adam...
O heyecanlı hikayelerdeki, kadına elini uzatıp "hadi gidelim buralardan" diyebilecek bir kahraman gibiydi adeta..
İnsanın ona inanası, ona muhtaç olası, ona sığınası, onunla merak etmeksizin her yere gidesi gelebilirdi..
Hem şevkatle saçlarını okşar gibi yapar, hem de bir o kadar umursamaz davranırdı. Kaçsa, kaçmazdı ama sen kaçsa da kovalasam diye bekler dururdun! O kaçmazdı da, gelmezdi de.. Öylece durur, bazen konuşur, bazen sustuğu bile mutlu ederdi..
Camdan bir heykele gösterdiğin titizlikle davranman gerekliydi ona, kafesinden her an ormanın yeşilliklerine kanatlanabilecek bir güvercin gibi ellerinin arasından kayıp gidebilirdi, itiraf etmeksizin korkardın bundan içten içe..
Bu sefer öldüresin gelmedi.. Onu yaşatmak, en çok onu yaşamak istedin.. "Yalan mı? Ah keşke olmasaydı ama..." Ama'larla biten bir cümleyi bile önemsemedin, belki de o amansız sevgi, peşine düşecekti sonunda.. Aklından çıkmayıp, üstelik bir de kalbini tırmalamaya başlayacaktı..
"Olsun..."du.. Her savaşa galibiyeti kabullenmiş şekilde koşmuyor muyduk zaten? Buna rağmen, sonunda ölmüyor muyduk o savaşların? Daha önce ölmemiş miydik? "Olsun..."du.. Yine ölünür, gerekirse..
Bir tahterevallinin karşılıklı koltuklarında oturuyoruz sanki. Önümüzde uzun bir hayat var, ama birbirimize adım atamıyoruz.. Birimiz adım atmak için doğrulsa, öbürü düşecek, biri dengeyi bozsa, diğeri yenilecek... Sonunda biri bu oyundan sıkılıp, diğerini yerle bir ederek, uzaklaşacak o kum havuzundan. Sanki bekliyoruz, önce kim doğrulacak ve ardına bakmadan koşmaya başlayacak diye...
Belki de yalnızca, o hayattan vazgeçip, karşılıklı bakarak geçecek bir ömür.. "Olsun!"...
Sanki dile dolanmış, adı akla gelmeyen bir melodi gibiydi adam... Adını hatırlayana kadar peşinden koşulacaktı, sağda solda herkese sorulacak, dudaklardan dökülecekti bir bir...
Nefretler edilecek, bir takım kimselere sövülecek, bir rakı sofrasında meze olunacak, salondaki kanepede alelacele sevişilecek, bir şarkı söylenecek, bir şiir okunacak, bir kadeh duvara fırlatılacak ve ceketini alıp kapıdan çıkan adama yaşlı gözlerle bakılacaktı yine..
Daha çok iş vardı, yapılması gereken, üstelik yorgun da değildi o kadın..
Belki adam tahterevalliden yavaşça kalkıp, beyaz atına binerek kadını belinden tutup, o yeşilliğe doğru uzaklaşacaktı!
Tam o sırada gözü saate ilişti..
"Saat hayalleri çeyrek geçiyor, uyku vakti..."
O heyecanlı hikayelerdeki, kadına elini uzatıp "hadi gidelim buralardan" diyebilecek bir kahraman gibiydi adeta..
İnsanın ona inanası, ona muhtaç olası, ona sığınası, onunla merak etmeksizin her yere gidesi gelebilirdi..
Hem şevkatle saçlarını okşar gibi yapar, hem de bir o kadar umursamaz davranırdı. Kaçsa, kaçmazdı ama sen kaçsa da kovalasam diye bekler dururdun! O kaçmazdı da, gelmezdi de.. Öylece durur, bazen konuşur, bazen sustuğu bile mutlu ederdi..
Camdan bir heykele gösterdiğin titizlikle davranman gerekliydi ona, kafesinden her an ormanın yeşilliklerine kanatlanabilecek bir güvercin gibi ellerinin arasından kayıp gidebilirdi, itiraf etmeksizin korkardın bundan içten içe..
Bu sefer öldüresin gelmedi.. Onu yaşatmak, en çok onu yaşamak istedin.. "Yalan mı? Ah keşke olmasaydı ama..." Ama'larla biten bir cümleyi bile önemsemedin, belki de o amansız sevgi, peşine düşecekti sonunda.. Aklından çıkmayıp, üstelik bir de kalbini tırmalamaya başlayacaktı..
"Olsun..."du.. Her savaşa galibiyeti kabullenmiş şekilde koşmuyor muyduk zaten? Buna rağmen, sonunda ölmüyor muyduk o savaşların? Daha önce ölmemiş miydik? "Olsun..."du.. Yine ölünür, gerekirse..
Bir tahterevallinin karşılıklı koltuklarında oturuyoruz sanki. Önümüzde uzun bir hayat var, ama birbirimize adım atamıyoruz.. Birimiz adım atmak için doğrulsa, öbürü düşecek, biri dengeyi bozsa, diğeri yenilecek... Sonunda biri bu oyundan sıkılıp, diğerini yerle bir ederek, uzaklaşacak o kum havuzundan. Sanki bekliyoruz, önce kim doğrulacak ve ardına bakmadan koşmaya başlayacak diye...
Belki de yalnızca, o hayattan vazgeçip, karşılıklı bakarak geçecek bir ömür.. "Olsun!"...
Sanki dile dolanmış, adı akla gelmeyen bir melodi gibiydi adam... Adını hatırlayana kadar peşinden koşulacaktı, sağda solda herkese sorulacak, dudaklardan dökülecekti bir bir...
Nefretler edilecek, bir takım kimselere sövülecek, bir rakı sofrasında meze olunacak, salondaki kanepede alelacele sevişilecek, bir şarkı söylenecek, bir şiir okunacak, bir kadeh duvara fırlatılacak ve ceketini alıp kapıdan çıkan adama yaşlı gözlerle bakılacaktı yine..
Daha çok iş vardı, yapılması gereken, üstelik yorgun da değildi o kadın..
Belki adam tahterevalliden yavaşça kalkıp, beyaz atına binerek kadını belinden tutup, o yeşilliğe doğru uzaklaşacaktı!
Tam o sırada gözü saate ilişti..
"Saat hayalleri çeyrek geçiyor, uyku vakti..."
-it's just a ...
Dışarıda durmaksızın yağan yağmurdan kaçıp, Roma yakıldıktan hemen sonra inşa edildiği her halinden belli bir binaya atıyorum kendimi.. Nautilus şeklinde yukarı doğru uzayan ince ve uzun merdivenler yahut demir parmaklıkları olan asansör arasında kararsız kalıp ikisine de bir bakış atıyorum.
"Her zaman bu asansörlere binmek istemişimdir!"
Asansör usul usul ve hiç acelesiz yukarı tırmanırken, ben henüz bilinmezliğin verdiği huzurla içimden bir şarkı mırıldanıyorum.. Garip bir gıcırtıyla duraklayan asansörün kapısını açıp hemen karşımda gördüğüm kahverengiden siyaha dönmeye meyilli bir kapıyı tıklatıyorum. İçeriden gelen sesler bir müddet duraksıyor, ilgi çekebildiğime seviniyorum.. Saçları ve sakallarının uzunluğu ile kendi boyunun uzunluğunu kıyaslayamayacağım olanca gri bir adam açıyor kapıyı;
"Büyücüleri her zaman sevmişimdir! En kötüsünü bile!"
Dışarıda akmakta olan hayatın aksine sıcak ve olabildiğine sakin büyük bir salonda, bir sandalye seçiyorum kendime... Kimseyle tanışmıyorum, sanki herkes beni tanıyor ve sanki ben de daha önce hiç görmediğim bu yüzlere aşina gibiyim.. Hoşuma giden sakinlik uzun sürmüyor. Neyse ki biliyorum;
"Bu dwarflar her zaman böyle tezcanlıdır!"
İçine girilecek olan bir macera hakkında birbirleriyle yarışırcasına fikirler savuruyorlar etrafa. Ben bir maceraya girmek istediğimden emin değilim. Bir yandan da,
"Şu an hangi Tolkien kitabındayım acaba?!" diye heyecanlara kapılıyor, en çok kendi sesim çıksın ve sayfaya sözlerim bir bir düşsün diye fikirlerimi sunmaya başlıyorum. Muhakkak yola başlanmadan zihinden çıkan her öneri gibi, benim cümlelerim de bir o kadar saçma. Bu yüzden kafamı farklı bir yöne çevirip, dinlememeyi tercih ediyorum..
Hakim olan ufak çaplı kaostan gong sesleri ile kurtuluyoruz. -Kurtulmak mı dedim?!- Bu anı daha önce yaşamıştım, fakat bir deja vu olamayacak kadar kötü, bunu hissedebiliyorum. Dwarflar olanca hızları ile merdivene koşarlarken bir koyun edası ile peşleri sıra koşmaya başlıyorum. Onlara güvenip güvenemeyeceğim bilgim dahilinde olmayan, yalnızca bir iç güdü.. Saçma bir telaşla apartmana doluşuyoruz, nedenini anlamak için bir saniyemi bile ayırmıyorum.. Tam kapıyı görüp gün ışığına kavuşmaya adım atmışken kulağımdaki ses kolumdan tutup farklı bir yöne kaçmamı söylüyor, bununla da yetinmeyip yönümü değiştiriveriyor. Merdivenlerin hemen altında bir kapıdan içeri girerken buluyorum kendimi.. İçeri girdiğim gibi kaçtığımızı anladığım orc'lar karşımda beliriyor bir bir, çirkin dişleri ile. İlk defa böyle bir korku hissediyorum. O zevk aldığım korkulardan apayrı, iç organlarımı ağzımdan çıkarmamak için kendimi zorladığım bir korku. Başıma gelenler için o çirkin sakallı dwarf'ları suçlarken bir alt geçide sapıyorum aniden. Sonunda ışık gördüğüm geçit, aynı kapının farklı bir açıdan görünümüne çıkıyor.
"Hay aksi! Bu m uydu kestirme dediğiniz!"
O eski püskü ve olanca ihtişamlı asansör için zamanım var mı bilmiyorum ama hiç düşünmeden içine atıyorum kendimi. Belki de gidilecek en yanlış yere gitmeyi tercih ediyorum;
"Hadi, bu binanın en tepesine çıkmam gerekli, hadi daha hızlı!"
Asansör beni dinlemiyor, besbelli.. Bir an içinde bulunduğum kitabı unutup, herhangi bir kahramanlığa karışmadığım için utanıyorum kendimden. Kitapların aksine diğerlerinin ne yaptığı umrumda bile değil, içimde onlara karşı bilinmez bir öfke var.
Tam bunlar zihnimde salınırken asansör büyük bir gıcırtı ile duruyor bu defa. Hiçbir şey yaşanmamış gibi bedenimde hakim olan sakinlik ile bembeyaz bulutlu bir gökyüzüne açıyorum demir ve olabildiğine ağır kapıyı. Güneş beni gözlerimi kapatmaya zorluyor, diğer yandan esen tatlı rüzgar saçlarımı suratıma doğru savuruyor usulca. Sonunda alışıp etrafa göz gezdirmeyi aklımdan geçirirken gördüğüm o inanılmaz manzaraya kilitleniyor gözlerim, tüm bedenim ve nefesim.
Çırılçıplak bir kadın boylu boyunca uzanmış yatıyor, taşın üzerinde. Başında eğilmiş simsiyah bir adam, katanasını kınına koyuyor, soğuk bir sakinlik geziniyor teninin üzerinde. Hayatımda gördüğüm hiçbir şeye bu kadar hayran olmamıştım belki de.. Aniden kanamaya başlıyor enine kesilmiş kadının vücudu, taş usulca kırmızıya boyanıyor, adamın gözlerinde ne zafer var, ne pişmanlık. Ne üzüntü var, ne sevinç. Kadın kanadıkça huzur doluyorum;
"Bu berrak gökyüzünün görüp görebileceği en muhteşem şey!"
O aniden yok olmadan, ben açıyorum gözlerimi... Perdeyi aralayıp, yağmurlu ve gri gökyüzüne göz gezdiriyorum. Ayak ucumdaki kedi, anlayamadığım dilde bir şeyler söylüyor, yorganımı başıma kadar çekip, bu dünyaya olan nefretimi bir kez daha hatırlıyorum...
...dream-
"Her zaman bu asansörlere binmek istemişimdir!"
Asansör usul usul ve hiç acelesiz yukarı tırmanırken, ben henüz bilinmezliğin verdiği huzurla içimden bir şarkı mırıldanıyorum.. Garip bir gıcırtıyla duraklayan asansörün kapısını açıp hemen karşımda gördüğüm kahverengiden siyaha dönmeye meyilli bir kapıyı tıklatıyorum. İçeriden gelen sesler bir müddet duraksıyor, ilgi çekebildiğime seviniyorum.. Saçları ve sakallarının uzunluğu ile kendi boyunun uzunluğunu kıyaslayamayacağım olanca gri bir adam açıyor kapıyı;
"Büyücüleri her zaman sevmişimdir! En kötüsünü bile!"
Dışarıda akmakta olan hayatın aksine sıcak ve olabildiğine sakin büyük bir salonda, bir sandalye seçiyorum kendime... Kimseyle tanışmıyorum, sanki herkes beni tanıyor ve sanki ben de daha önce hiç görmediğim bu yüzlere aşina gibiyim.. Hoşuma giden sakinlik uzun sürmüyor. Neyse ki biliyorum;
"Bu dwarflar her zaman böyle tezcanlıdır!"
İçine girilecek olan bir macera hakkında birbirleriyle yarışırcasına fikirler savuruyorlar etrafa. Ben bir maceraya girmek istediğimden emin değilim. Bir yandan da,
"Şu an hangi Tolkien kitabındayım acaba?!" diye heyecanlara kapılıyor, en çok kendi sesim çıksın ve sayfaya sözlerim bir bir düşsün diye fikirlerimi sunmaya başlıyorum. Muhakkak yola başlanmadan zihinden çıkan her öneri gibi, benim cümlelerim de bir o kadar saçma. Bu yüzden kafamı farklı bir yöne çevirip, dinlememeyi tercih ediyorum..
Hakim olan ufak çaplı kaostan gong sesleri ile kurtuluyoruz. -Kurtulmak mı dedim?!- Bu anı daha önce yaşamıştım, fakat bir deja vu olamayacak kadar kötü, bunu hissedebiliyorum. Dwarflar olanca hızları ile merdivene koşarlarken bir koyun edası ile peşleri sıra koşmaya başlıyorum. Onlara güvenip güvenemeyeceğim bilgim dahilinde olmayan, yalnızca bir iç güdü.. Saçma bir telaşla apartmana doluşuyoruz, nedenini anlamak için bir saniyemi bile ayırmıyorum.. Tam kapıyı görüp gün ışığına kavuşmaya adım atmışken kulağımdaki ses kolumdan tutup farklı bir yöne kaçmamı söylüyor, bununla da yetinmeyip yönümü değiştiriveriyor. Merdivenlerin hemen altında bir kapıdan içeri girerken buluyorum kendimi.. İçeri girdiğim gibi kaçtığımızı anladığım orc'lar karşımda beliriyor bir bir, çirkin dişleri ile. İlk defa böyle bir korku hissediyorum. O zevk aldığım korkulardan apayrı, iç organlarımı ağzımdan çıkarmamak için kendimi zorladığım bir korku. Başıma gelenler için o çirkin sakallı dwarf'ları suçlarken bir alt geçide sapıyorum aniden. Sonunda ışık gördüğüm geçit, aynı kapının farklı bir açıdan görünümüne çıkıyor.
"Hay aksi! Bu m uydu kestirme dediğiniz!"
O eski püskü ve olanca ihtişamlı asansör için zamanım var mı bilmiyorum ama hiç düşünmeden içine atıyorum kendimi. Belki de gidilecek en yanlış yere gitmeyi tercih ediyorum;
"Hadi, bu binanın en tepesine çıkmam gerekli, hadi daha hızlı!"
Asansör beni dinlemiyor, besbelli.. Bir an içinde bulunduğum kitabı unutup, herhangi bir kahramanlığa karışmadığım için utanıyorum kendimden. Kitapların aksine diğerlerinin ne yaptığı umrumda bile değil, içimde onlara karşı bilinmez bir öfke var.
Tam bunlar zihnimde salınırken asansör büyük bir gıcırtı ile duruyor bu defa. Hiçbir şey yaşanmamış gibi bedenimde hakim olan sakinlik ile bembeyaz bulutlu bir gökyüzüne açıyorum demir ve olabildiğine ağır kapıyı. Güneş beni gözlerimi kapatmaya zorluyor, diğer yandan esen tatlı rüzgar saçlarımı suratıma doğru savuruyor usulca. Sonunda alışıp etrafa göz gezdirmeyi aklımdan geçirirken gördüğüm o inanılmaz manzaraya kilitleniyor gözlerim, tüm bedenim ve nefesim.
Çırılçıplak bir kadın boylu boyunca uzanmış yatıyor, taşın üzerinde. Başında eğilmiş simsiyah bir adam, katanasını kınına koyuyor, soğuk bir sakinlik geziniyor teninin üzerinde. Hayatımda gördüğüm hiçbir şeye bu kadar hayran olmamıştım belki de.. Aniden kanamaya başlıyor enine kesilmiş kadının vücudu, taş usulca kırmızıya boyanıyor, adamın gözlerinde ne zafer var, ne pişmanlık. Ne üzüntü var, ne sevinç. Kadın kanadıkça huzur doluyorum;
"Bu berrak gökyüzünün görüp görebileceği en muhteşem şey!"
O aniden yok olmadan, ben açıyorum gözlerimi... Perdeyi aralayıp, yağmurlu ve gri gökyüzüne göz gezdiriyorum. Ayak ucumdaki kedi, anlayamadığım dilde bir şeyler söylüyor, yorganımı başıma kadar çekip, bu dünyaya olan nefretimi bir kez daha hatırlıyorum...
...dream-
11 Mart 2012 Pazar
matiz...
Bilmiyorum ben mi onları içiyorum, kadehler mi beni yudumluyorlar..
Bilmiyorum, aynı hatayı birden fazla kez tekrar etmeden rahat edemiyorum...
Kulağımdaki adam, öyle cümleler kurmuş ki, şimdi, yazmaktan utanıyorum..
Bilmiyorum, bu geceki sarhoşluğuma bir bahane bulabilecek miyim yine..
Muhtemelen suçu sana atacağım ve hızla kaçacağım senden..
Her zaman böyle yaparım...
Her zaman kaçarım ben, evet..
Ardımda kalan aklıma düşmese, iyi elbet...
Aklına düşsem, en fazla bir kaç saniye mesela..
Tam o sırada bir melodi olsan, ürperen kulaklarımda,
Oynatsan dudaklarımı, gülümsetsen hatta biraz,
Harcasan biraz nefesimi...
Son nefesimmiş gibi tutsam,
Bırakmaya kıyamasam,
Korksam..
İnatlaşsam seninle...
Kaybetsem yine seni...
Ağrısam
Ağlasam
biraz...
Yine bir vapurda olsam, güneşin altında...
Arasıra kanayan kesiklerime utansam..
Bir adamın gözlerinden akan yaş olsam yine
sırf babamı özlüyorum diye...
Her gün kendimi öldürsem,
Şaşırsalar yine...
"Nasıl yapıyorsun nasıl?!"
Acıklı bir kahkaha atsam sadece kendi kulaklarımda yankılanan...
Gecenin altına yatsam bir gündüz vakti,
Kendimi satsam düpedüz,
Belki bir yıldız olurum ben de...
Bugün de siktiri çek bana ne olur!
Sırf götümden sikmek istiyorsun diye,
methiyeler düz bugün de bana!
Salyaların bir nehir olsun,
nereye tutunacağımı
nereden akacağımı şaşırayım!
Bugün de siktiri çek bana,
hoşuma gidiyor!
Sen siktiri çektikçe benim
daha fazla siktiresim geliyor.
Unutuyorsun hep,
ben severim kanamayı,
Acıtsın diye batırıyorsun o bıçağı,
ben keyiften bir kadeh daha dolduruyorum!
Sen yine korkuyorsun
Kork siktiğimin pezevengi
kaç, git..
Bir orospu mu olsam bu gece
En edepli tavrımı mı takınsam,
karar veremiyorum...
En kolayı, birinin kafasına fırlatmak bu kadehi,
Cesaretsizlikten değil,
ya ölmezse diye endişeleniyorum...
Bu gece, bu şehri yakıyorum, haberiniz olsun.
Hepsinden ben sorumluyum..
Hangi fahişeyle sevişiyorsanız,
hangi karıyı sikiyorsanız,
özür diliyorum..
Sanırım yarıda kesiyorum,
ama bu gece,
yakmak zorundayım bu şehri..
Çünkü ben kırmızıyı çok severim,
Yine kırmızıya boyuyorum şehrinizi...
Bilmiyorum, aynı hatayı birden fazla kez tekrar etmeden rahat edemiyorum...
Kulağımdaki adam, öyle cümleler kurmuş ki, şimdi, yazmaktan utanıyorum..
Bilmiyorum, bu geceki sarhoşluğuma bir bahane bulabilecek miyim yine..
Muhtemelen suçu sana atacağım ve hızla kaçacağım senden..
Her zaman böyle yaparım...
Her zaman kaçarım ben, evet..
Ardımda kalan aklıma düşmese, iyi elbet...
Aklına düşsem, en fazla bir kaç saniye mesela..
Tam o sırada bir melodi olsan, ürperen kulaklarımda,
Oynatsan dudaklarımı, gülümsetsen hatta biraz,
Harcasan biraz nefesimi...
Son nefesimmiş gibi tutsam,
Bırakmaya kıyamasam,
Korksam..
İnatlaşsam seninle...
Kaybetsem yine seni...
Ağrısam
Ağlasam
biraz...
Yine bir vapurda olsam, güneşin altında...
Arasıra kanayan kesiklerime utansam..
Bir adamın gözlerinden akan yaş olsam yine
sırf babamı özlüyorum diye...
Her gün kendimi öldürsem,
Şaşırsalar yine...
"Nasıl yapıyorsun nasıl?!"
Acıklı bir kahkaha atsam sadece kendi kulaklarımda yankılanan...
Gecenin altına yatsam bir gündüz vakti,
Kendimi satsam düpedüz,
Belki bir yıldız olurum ben de...
Bugün de siktiri çek bana ne olur!
Sırf götümden sikmek istiyorsun diye,
methiyeler düz bugün de bana!
Salyaların bir nehir olsun,
nereye tutunacağımı
nereden akacağımı şaşırayım!
Bugün de siktiri çek bana,
hoşuma gidiyor!
Sen siktiri çektikçe benim
daha fazla siktiresim geliyor.
Unutuyorsun hep,
ben severim kanamayı,
Acıtsın diye batırıyorsun o bıçağı,
ben keyiften bir kadeh daha dolduruyorum!
Sen yine korkuyorsun
Kork siktiğimin pezevengi
kaç, git..
Bir orospu mu olsam bu gece
En edepli tavrımı mı takınsam,
karar veremiyorum...
En kolayı, birinin kafasına fırlatmak bu kadehi,
Cesaretsizlikten değil,
ya ölmezse diye endişeleniyorum...
Bu gece, bu şehri yakıyorum, haberiniz olsun.
Hepsinden ben sorumluyum..
Hangi fahişeyle sevişiyorsanız,
hangi karıyı sikiyorsanız,
özür diliyorum..
Sanırım yarıda kesiyorum,
ama bu gece,
yakmak zorundayım bu şehri..
Çünkü ben kırmızıyı çok severim,
Yine kırmızıya boyuyorum şehrinizi...
10 Mart 2012 Cumartesi
Suyunu sıkıyorum mutsuzluğumun
posasını atıyorum, çöplüğün birine..
Birilerine, mutluluklar çıkarma peşindeyim yine..
Bir bardağı bile dolduramıyorum,
oncası bir bardak etmiyor...
Bileklerimi koyuyorum sofraya, meze diye..
Meşk edilir belki bu gece..
Yudumladığın rakıya karışırım belki,
Bir damlam yeter beyazlatmaya..
Belki bir göz kırparsın sen bana,
çıkmaz sokaktaki hayallere koşarım peşi sıra..
Belki hafif bir rüzgar, üşütür seni
tüm ürpermişliğimi örterim bu gece üzerine,
ısıtsın diye...
Gelmeyeceğin yollara asfalt olsam bu gece..
Çalmayan telefonların başında beklesem..
Yüzmeyeceğin denizler kursam,
göz yaşlarımdan...
Okumayacağın mektuplar yazsam,
ellerimi sende bıraksam,
parmaklarımı unutsam ceplerinde bu gece..
Dudaklarım saçlarına takılsa,
seninle seviştiğim bir rüyaya yatsam bu gece..
Gözlerimi açmayı unutsam..
Göz kapaklarımı arayıp,
bulamasam dudaklarının çekmecesinde...
Tüm nefesimi doldursam, içtiğin sigaraya,
ciğerlerinde bir yer yapsam kendime,
kıvrılıp uyusam ya bu gece..
Özlemden gebersem de bu gece,
çağırmasam seni cenazeme...
Bir yıldız olsam, baktığın gökyüzünde,
atsam kendimi öylece...
İntihar eden yıldızlara ne olur?
Hangi sevgiliyi görürler, bir kevaşenin ellerini tutarken?
Hangi elleri makas yapıp,
kessem şah damarımı.
Hangisi öldürür acısız?
Hangisi tanıştırır uyuşturulmuş bir bedeni,
ölümün şevkatli gözleri ile?
Hangi yolun sonu çıkıyor, deniz gözlerine?
Hangi koya demir atayım,
hangisinde boğulayım?
Söyle bu gece ölmeyeyim de, ne yapayım?
posasını atıyorum, çöplüğün birine..
Birilerine, mutluluklar çıkarma peşindeyim yine..
Bir bardağı bile dolduramıyorum,
oncası bir bardak etmiyor...
Bileklerimi koyuyorum sofraya, meze diye..
Meşk edilir belki bu gece..
Yudumladığın rakıya karışırım belki,
Bir damlam yeter beyazlatmaya..
Belki bir göz kırparsın sen bana,
çıkmaz sokaktaki hayallere koşarım peşi sıra..
Belki hafif bir rüzgar, üşütür seni
tüm ürpermişliğimi örterim bu gece üzerine,
ısıtsın diye...
Gelmeyeceğin yollara asfalt olsam bu gece..
Çalmayan telefonların başında beklesem..
Yüzmeyeceğin denizler kursam,
göz yaşlarımdan...
Okumayacağın mektuplar yazsam,
ellerimi sende bıraksam,
parmaklarımı unutsam ceplerinde bu gece..
Dudaklarım saçlarına takılsa,
seninle seviştiğim bir rüyaya yatsam bu gece..
Gözlerimi açmayı unutsam..
Göz kapaklarımı arayıp,
bulamasam dudaklarının çekmecesinde...
Tüm nefesimi doldursam, içtiğin sigaraya,
ciğerlerinde bir yer yapsam kendime,
kıvrılıp uyusam ya bu gece..
Özlemden gebersem de bu gece,
çağırmasam seni cenazeme...
Bir yıldız olsam, baktığın gökyüzünde,
atsam kendimi öylece...
İntihar eden yıldızlara ne olur?
Hangi sevgiliyi görürler, bir kevaşenin ellerini tutarken?
Hangi elleri makas yapıp,
kessem şah damarımı.
Hangisi öldürür acısız?
Hangisi tanıştırır uyuşturulmuş bir bedeni,
ölümün şevkatli gözleri ile?
Hangi yolun sonu çıkıyor, deniz gözlerine?
Hangi koya demir atayım,
hangisinde boğulayım?
Söyle bu gece ölmeyeyim de, ne yapayım?
9 Mart 2012 Cuma
8 Mart 2012 Perşembe
kırmızı bir defterde, isminin harflerini görüyorum..
kendime kızıyorum, kendi el yazımı inkar ediyorum..
bir kaç sayfa ilerliyorum, aşktan bahsedilmiş..
"ne anlarsın sen?"diye düşünüyorum, yine kendime kızıyorum..
kırmızı bir defteri, öfkeyle kapatıyorum..
tırnaklarınla aynı renk defter?
fark etmemiştim, öyle gerçekten..
muhtemelen kanım da aynı renk..
fark etmemişti hiç,
görmemişti,
merak da etmemişti..
kırmızı bir defterde, bambaşka bir isim okuyorum..
o başkasının lokması diyor orospunun biri..
sanane demiyorum..
daha beter cümleler kuruyorum..
hatta düpedüz ve apaçık
orospu diyorum...
ben sadece o deniz gözlerde,
boğulmak istiyordum...
biri ölmüş,
gözyaşlarına karışmış bir tutam kan,
kırmızı defterin sayfalarına damlamış bir bir..
ağlanır mı şimdi buna?
kırmızı bir defteri öfkeyle kapatıyorum...
bileklerinle aynı renk defter?
bunu zaten biliyordum...
nefret ve öfke,
istifra edilmiş...
sarhoş bir gecede olmuş tüm bunlar,
bir intihar kokusu sinmiş sayfalara,
yolun kenarındaki bedenle ilgilenen bile olmamış...
ölmekten sıkılınca,
okşamaya başlamış çimenleri,
bir tutam toprağı çekmiş başının üzerine kadar,
bu sıcaklık yaşatır beni elbet, fazla kemirmeseler bari...
kırmızı bir defterde yaşanıp, bitmiş her şey..
bir takım heriflerin altına yatılmış,
bir takım adamlar öldürülmüş,
bir takım ölülere yas tutulmuş,
bir takım orospulara sövülmüş,
en çok da, kendine...
bir kırmızı kadehinde kaybolmak kadar,
güzel olmasa da..
bir kırmızı defterde,
yaşanıp bitmiş her şey...
kendime kızıyorum, kendi el yazımı inkar ediyorum..
bir kaç sayfa ilerliyorum, aşktan bahsedilmiş..
"ne anlarsın sen?"diye düşünüyorum, yine kendime kızıyorum..
kırmızı bir defteri, öfkeyle kapatıyorum..
tırnaklarınla aynı renk defter?
fark etmemiştim, öyle gerçekten..
muhtemelen kanım da aynı renk..
fark etmemişti hiç,
görmemişti,
merak da etmemişti..
kırmızı bir defterde, bambaşka bir isim okuyorum..
o başkasının lokması diyor orospunun biri..
sanane demiyorum..
daha beter cümleler kuruyorum..
hatta düpedüz ve apaçık
orospu diyorum...
ben sadece o deniz gözlerde,
boğulmak istiyordum...
biri ölmüş,
gözyaşlarına karışmış bir tutam kan,
kırmızı defterin sayfalarına damlamış bir bir..
ağlanır mı şimdi buna?
kırmızı bir defteri öfkeyle kapatıyorum...
bileklerinle aynı renk defter?
bunu zaten biliyordum...
nefret ve öfke,
istifra edilmiş...
sarhoş bir gecede olmuş tüm bunlar,
bir intihar kokusu sinmiş sayfalara,
yolun kenarındaki bedenle ilgilenen bile olmamış...
ölmekten sıkılınca,
okşamaya başlamış çimenleri,
bir tutam toprağı çekmiş başının üzerine kadar,
bu sıcaklık yaşatır beni elbet, fazla kemirmeseler bari...
kırmızı bir defterde yaşanıp, bitmiş her şey..
bir takım heriflerin altına yatılmış,
bir takım adamlar öldürülmüş,
bir takım ölülere yas tutulmuş,
bir takım orospulara sövülmüş,
en çok da, kendine...
bir kırmızı kadehinde kaybolmak kadar,
güzel olmasa da..
bir kırmızı defterde,
yaşanıp bitmiş her şey...
belki ben de, boyanırım bir gün simsiyaha..
belki ben de, bir kuzgun olur
edgar allan poe dizelerinde, çalarım o kapıyı...
belki ben de acının karşısına geçer,
şen bir kahkaha atarım bir gün, kim bilir...
belki beni de terk ederler bir gün,
"umutlarım gibi, o da terk edecek beni..."
belki çoktan terk etmiş,
çoktan gitmişlerdir kapıyı açık unutup..
hep açık unuturlar...
gitmişler midir sahi?
kimse bana haber vermedi...
***
alaycı bir çift göz izliyor şimdi beni..
ben bekledikçe, çekiştiriyor paçamdan..
n'oluyor ulan.. kaçıyor sanki hayat dediğin!
kaçıyormuş meğer...
uyuyormuşum, uyutuluyormuşum ben...
***
bileklerim kimin akşam yemeği, farkında değilim...
biraz tuz serptim, yanıyor evet...
kendine özgü kızıllığı,
kendine özgü bir acı ile akıyor,
gözpınarlarımdan...
sevişemiyorum bir yaz gecesi...
sızım sızım sızlıyor, bileklerim..
sen beni terletiyorsun...
terliyorum..
tuz, iyi gelmiyor sızılarıma.
hiç umursamazsın değil mi?
hadi bir çizik daha at...
***
o sahnedeki ben miyim?
görebiliyorum...
kahkahaları peşi sıra diziyorum...
kulaklarımda çınlıyor,
iğrenç sesim...
ruhum bir sandalye üzerinde..
saçlarımı okşuyor..
korkma diyor..
hiçbir şey hissetmeyeceksin, korkma...
bir sinek ısırığı kadar yalnızca,
acırsa da canın, bir şeker borcum olsun sana...
anlaştık diyorum,
henüz süt dişlerimi dökmemişim,
gülümsüyorum...
ruhum bir sandalye üzerinde...
kendine bir kolye satın almış,
kahverengi, bir halat gibi sanki...
ruhum, bir tekme savuruyor sandalyeye...
sanki canım acıyor ama,
ben düşmedim hiç bisikletten,
dizlerim de kanamıyor ama,
canım acıyor sanki...
anlamıyorum yine..
kanıyorum, kandığımla kalıyorum...
canım acıdı mı, acımadı mı, anlamıyorum...
şekerden de vazgeçiyorum,
neredesin? sensiz koşamam o uzun koridoru...
neredesin? babamı uyandırmaktan bile korkarım ben,
baş edemem sensiz...
neredesin? dön hadi geri...
çarpıp duran dolap kapaklarına,
kırık camlara,
dayanamam ölürüm ben,
neredesin?!...
***
belki ben de, bir kuzgun olur
edgar allan poe dizelerinde, çalarım o kapıyı...
belki ben de acının karşısına geçer,
şen bir kahkaha atarım bir gün, kim bilir...
belki beni de terk ederler bir gün,
"umutlarım gibi, o da terk edecek beni..."
belki çoktan terk etmiş,
çoktan gitmişlerdir kapıyı açık unutup..
hep açık unuturlar...
gitmişler midir sahi?
kimse bana haber vermedi...
***
alaycı bir çift göz izliyor şimdi beni..
ben bekledikçe, çekiştiriyor paçamdan..
n'oluyor ulan.. kaçıyor sanki hayat dediğin!
kaçıyormuş meğer...
uyuyormuşum, uyutuluyormuşum ben...
***
bileklerim kimin akşam yemeği, farkında değilim...
biraz tuz serptim, yanıyor evet...
kendine özgü kızıllığı,
kendine özgü bir acı ile akıyor,
gözpınarlarımdan...
sevişemiyorum bir yaz gecesi...
sızım sızım sızlıyor, bileklerim..
sen beni terletiyorsun...
terliyorum..
tuz, iyi gelmiyor sızılarıma.
hiç umursamazsın değil mi?
hadi bir çizik daha at...
***
o sahnedeki ben miyim?
görebiliyorum...
kahkahaları peşi sıra diziyorum...
kulaklarımda çınlıyor,
iğrenç sesim...
ruhum bir sandalye üzerinde..
saçlarımı okşuyor..
korkma diyor..
hiçbir şey hissetmeyeceksin, korkma...
bir sinek ısırığı kadar yalnızca,
acırsa da canın, bir şeker borcum olsun sana...
anlaştık diyorum,
henüz süt dişlerimi dökmemişim,
gülümsüyorum...
ruhum bir sandalye üzerinde...
kendine bir kolye satın almış,
kahverengi, bir halat gibi sanki...
ruhum, bir tekme savuruyor sandalyeye...
sanki canım acıyor ama,
ben düşmedim hiç bisikletten,
dizlerim de kanamıyor ama,
canım acıyor sanki...
anlamıyorum yine..
kanıyorum, kandığımla kalıyorum...
canım acıdı mı, acımadı mı, anlamıyorum...
şekerden de vazgeçiyorum,
neredesin? sensiz koşamam o uzun koridoru...
neredesin? babamı uyandırmaktan bile korkarım ben,
baş edemem sensiz...
neredesin? dön hadi geri...
çarpıp duran dolap kapaklarına,
kırık camlara,
dayanamam ölürüm ben,
neredesin?!...
***
Ask (imis)...
Şimdi, bir kuş gibi özgür olmak ister,
Zamanın içerisinde salınarak.
Yukarıdan bakabilerek her şeye,
Gerekirse aşağıdan
Ama özgür...
İstediği gibi...
Bağırabilse istediği gibi..
Çığlık çığlığa ve susmamacasına.
Ama bağırabilse işte,
Sonunu düşünmeden,
Özgürce...
Sussa bazen de,
Sussa anlaşılacağını bile bile..
Gözlerinden kayıp giden,
Kuyruklu yıldızı yakalasa,
Evrenin tüm imkansızlıkları arasında...
Durmaksızın koşsa,
Düşmekten korkmasa,
Bir çift kol tutar nasıl olsa,
Takılsa da bir taşa,
Durmaksızın koşsa,
Durmaksızın korksa...
Korkudan elini uzatamasa,
Kafasını kaldırıp bir an olsun,
bakamasa..
Korkudan...
Korkaklık..
İnsanlık tarihi...
Aşk..
Adem ve Havva'da olmayan..
Tanrı'da olmayan.. Aşk...
Birini, Tanrı yapmak; Aşk...
Cehennemsiz.. Korkusuz.. Tehditsiz...
Başka bir boyut gibi, aşk...
Korkmadan, koşabilmek özgürce; Aşk...
Aşk; özgür...
02.2010
*Zamanın birinde saçmalanmış... Nerede ve nasıl, hiç öğrenemeyeceğim...
***
Zamanın içerisinde salınarak.
Yukarıdan bakabilerek her şeye,
Gerekirse aşağıdan
Ama özgür...
İstediği gibi...
Bağırabilse istediği gibi..
Çığlık çığlığa ve susmamacasına.
Ama bağırabilse işte,
Sonunu düşünmeden,
Özgürce...
Sussa bazen de,
Sussa anlaşılacağını bile bile..
Gözlerinden kayıp giden,
Kuyruklu yıldızı yakalasa,
Evrenin tüm imkansızlıkları arasında...
Durmaksızın koşsa,
Düşmekten korkmasa,
Bir çift kol tutar nasıl olsa,
Takılsa da bir taşa,
Durmaksızın koşsa,
Durmaksızın korksa...
Korkudan elini uzatamasa,
Kafasını kaldırıp bir an olsun,
bakamasa..
Korkudan...
Korkaklık..
İnsanlık tarihi...
Aşk..
Adem ve Havva'da olmayan..
Tanrı'da olmayan.. Aşk...
Birini, Tanrı yapmak; Aşk...
Cehennemsiz.. Korkusuz.. Tehditsiz...
Başka bir boyut gibi, aşk...
Korkmadan, koşabilmek özgürce; Aşk...
Aşk; özgür...
02.2010
*Zamanın birinde saçmalanmış... Nerede ve nasıl, hiç öğrenemeyeceğim...
***
7 Mart 2012 Çarşamba
Bulantı... Cinnet...
ah! şimdi çıldıracağım!
bir türlü uyanılamayan bir kâbus gibi bu...
kazıyabilsem, tırnaklarımla kazıyacağım hafızamdan..
midem bulanıyor durmaksızın..
şimdi çıldıracağım!
hayatımda gördüğüm
en iğrenç gözler..
hayatımda gördüğüm en iğrenç kıyafet..
kaş dediğin şey çirkin olur mu?
hayatımda gördüğüm en iğrenç kaşlar!
en iğrenç ağız!
şimdi çıldıracağım!
hafızamdan kazıyamadıkça,
her gün kusma isteğiyle,
binbir çeşit bulantı besleyeceğim içimde..
karşında geçirdiğim her saniye, farksızdı boğulmaktan.
çatalını ağzına götürdüğün her saniye,
iğrenç bir şekilde kemiriyordun ruhumu..
etimden bir parça koparıp salyalarını üzerine akıtıyordun!
senin için yalnızca tek kelime seçebilirim sözlüğümden;
iğrenç!!
bıraksalar,
vücudunu ateşe verir,
henüz sen ölmeye fırsat bulamadan,
bir kova suyu boca ederdim üzerine..
bir kova tuza buladıktan sonra seni,
çığlıklarından bir konçerto bestelerdim!
ölmeni bekleyecek kadar bile yanında durmaya tahammülüm yok..
tekrar ateşe verdiğimde seni,
neyse ki,
ama neyse ki,
küllerinden başka bir bok kalmayacak bu gezegende..
iğrençliğini daha fazla solumak zorunda kalmayacak,
güzelim ağaçlar..
masum bir köpek, medet ummayacak
senin o iğrenç gözlerine bakıp,
bir lokma yemeği..
öldüreceğim sonunda seni,
iğrenç tenine değmeyeceğim bile,
ucube kanını bile görmeyeceğim,
kül oluşundaki tiksinçliği bile izlemeyeceğim...
şimdi bu cinnet senin yüzünden,
son bir kez nefes al,
çünkü bunu affetmeyeceğim!...
bir türlü uyanılamayan bir kâbus gibi bu...
kazıyabilsem, tırnaklarımla kazıyacağım hafızamdan..
midem bulanıyor durmaksızın..
şimdi çıldıracağım!
hayatımda gördüğüm
en iğrenç gözler..
hayatımda gördüğüm en iğrenç kıyafet..
kaş dediğin şey çirkin olur mu?
hayatımda gördüğüm en iğrenç kaşlar!
en iğrenç ağız!
şimdi çıldıracağım!
hafızamdan kazıyamadıkça,
her gün kusma isteğiyle,
binbir çeşit bulantı besleyeceğim içimde..
karşında geçirdiğim her saniye, farksızdı boğulmaktan.
çatalını ağzına götürdüğün her saniye,
iğrenç bir şekilde kemiriyordun ruhumu..
etimden bir parça koparıp salyalarını üzerine akıtıyordun!
senin için yalnızca tek kelime seçebilirim sözlüğümden;
iğrenç!!
bıraksalar,
vücudunu ateşe verir,
henüz sen ölmeye fırsat bulamadan,
bir kova suyu boca ederdim üzerine..
bir kova tuza buladıktan sonra seni,
çığlıklarından bir konçerto bestelerdim!
ölmeni bekleyecek kadar bile yanında durmaya tahammülüm yok..
tekrar ateşe verdiğimde seni,
neyse ki,
ama neyse ki,
küllerinden başka bir bok kalmayacak bu gezegende..
iğrençliğini daha fazla solumak zorunda kalmayacak,
güzelim ağaçlar..
masum bir köpek, medet ummayacak
senin o iğrenç gözlerine bakıp,
bir lokma yemeği..
öldüreceğim sonunda seni,
iğrenç tenine değmeyeceğim bile,
ucube kanını bile görmeyeceğim,
kül oluşundaki tiksinçliği bile izlemeyeceğim...
şimdi bu cinnet senin yüzünden,
son bir kez nefes al,
çünkü bunu affetmeyeceğim!...
6 Mart 2012 Salı
bugün pişmanlığa boyuyorum,
tırnaklarımın her birini,
ayrı ayrı..
ellerime ölü bir koku sinmiş,
yine kimi öldürdüm, bilmiyorum..
gözlerim buğulu,
sanki ağlamışım,
ağlamadım, biliyorum...
kulağıma bir iki iltifat ilişmiş,
nasıl ve nereden geldiler,
hangi avcının tüfeğinden çıktı,
bunca yalan..
haberim yok...
dudağımda yabancı bir ıslaklık,
gülümsemişim besbelli,
yine hangi yalanları sıraladım,
farkında bile değilim...
yürüyorum
ve
kanıyorum bir yandan...
alışkınım peşim sıra gelen bakışlara..
"ne güzel boyuyorum şehrinizi kırmızıya"
diyorum, bir de gülümsüyorum..
"siz ne anlarsınız..."
bu gece kaçmak gerek...
okyanusun üzerindeki bir martı olup,
biri simit atar belki diye
umuda kapılmak gerek...
küçük bir balık saflığında,
birden bire ölmemeyi, dilemek gerek...
o büyük kumsaldaki
bir kum tanesi olmak gerek,
"belki basmazlar üzerime"...
ve şanslıysak o kadar,
tam düştüğümüz an,
suyun soğukluğunu hissedip ürperdiğimiz,
fani endişelere kapıldığımız,
kendimizi kandırdığımız,
son bir kez umudun kollarına tutunduğumuz o an,
ölmek gerek...
onlarca balığın akşam yemeği olurken,
huzurla gülümsemek gerek,
"doyacaksanız siz doyun,
bir oltaya takılıncaya dek"...
ve sen,
belki o balıkları atarken ağzına,
kurduğun güzel sofranda,
benden de bir parça
yerleşir midene...
tırnaklarımın her birini,
ayrı ayrı..
ellerime ölü bir koku sinmiş,
yine kimi öldürdüm, bilmiyorum..
gözlerim buğulu,
sanki ağlamışım,
ağlamadım, biliyorum...
kulağıma bir iki iltifat ilişmiş,
nasıl ve nereden geldiler,
hangi avcının tüfeğinden çıktı,
bunca yalan..
haberim yok...
dudağımda yabancı bir ıslaklık,
gülümsemişim besbelli,
yine hangi yalanları sıraladım,
farkında bile değilim...
yürüyorum
ve
kanıyorum bir yandan...
alışkınım peşim sıra gelen bakışlara..
"ne güzel boyuyorum şehrinizi kırmızıya"
diyorum, bir de gülümsüyorum..
"siz ne anlarsınız..."
bu gece kaçmak gerek...
okyanusun üzerindeki bir martı olup,
biri simit atar belki diye
umuda kapılmak gerek...
küçük bir balık saflığında,
birden bire ölmemeyi, dilemek gerek...
o büyük kumsaldaki
bir kum tanesi olmak gerek,
"belki basmazlar üzerime"...
ve şanslıysak o kadar,
tam düştüğümüz an,
suyun soğukluğunu hissedip ürperdiğimiz,
fani endişelere kapıldığımız,
kendimizi kandırdığımız,
son bir kez umudun kollarına tutunduğumuz o an,
ölmek gerek...
onlarca balığın akşam yemeği olurken,
huzurla gülümsemek gerek,
"doyacaksanız siz doyun,
bir oltaya takılıncaya dek"...
ve sen,
belki o balıkları atarken ağzına,
kurduğun güzel sofranda,
benden de bir parça
yerleşir midene...
5 Mart 2012 Pazartesi
Like Dying in the Sun...
güneş kapımı dövüyor..
eh be..
sevmiyorum seni, git..
hiç sevmedim, bilmiyorsun sanki..
henüz gözlerimi açmadım,
ve planlarım arasında da değil..
ben, güneşte yazmayı sevmiyorum.
"neden yazıyorsun?" diye de sormuyorum kendime..
sormaktan bıkalı çok oldu,
artık sadece yapıyorum.
güneş kapımın altından bakıyor..
sen de mi yatağıma girmek istiyorsun?
yuh ulan, sen de mi?..
sevmiyorum seni, git..
diğerlerini de sevmemiştim, haklısın.
ama en çok seni sevmiyorum..
umutlu yarınlar vaad ediyorsun bana,
suç bende değil,
kandırıyorsun beni..
ilaçlardan kaçıyorum, yatağımdan çıkmıyorum,
o gürültülü parlaklığınla,
ısrarla uyandırıyorsun beni..
eh be..
sevmiyorum seni...
açmayacağım gözlerimi,
perdeyi aralamayacağım,
camı açıp derin bir nefes almayacağım
ve barışmayacağım bugün
seninle...
***
eh be..
sevmiyorum seni, git..
hiç sevmedim, bilmiyorsun sanki..
henüz gözlerimi açmadım,
ve planlarım arasında da değil..
ben, güneşte yazmayı sevmiyorum.
"neden yazıyorsun?" diye de sormuyorum kendime..
sormaktan bıkalı çok oldu,
artık sadece yapıyorum.
güneş kapımın altından bakıyor..
sen de mi yatağıma girmek istiyorsun?
yuh ulan, sen de mi?..
sevmiyorum seni, git..
diğerlerini de sevmemiştim, haklısın.
ama en çok seni sevmiyorum..
umutlu yarınlar vaad ediyorsun bana,
suç bende değil,
kandırıyorsun beni..
ilaçlardan kaçıyorum, yatağımdan çıkmıyorum,
o gürültülü parlaklığınla,
ısrarla uyandırıyorsun beni..
eh be..
sevmiyorum seni...
açmayacağım gözlerimi,
perdeyi aralamayacağım,
camı açıp derin bir nefes almayacağım
ve barışmayacağım bugün
seninle...
***
ölmemek için, damarlarıma tutunurdun biliyorum o uçurumun kıyısında..
kendini o kadar çok seviyordun ki,
susuz kalsan beni ağlatırdın saatlerce
ve kana kana içerdin gözyaşlarımı, tuzuna aldırmadan..
o kadar sevmedin ki beni,
muhakkak azarlardın, tuzun suçlusu ben olurdum..
o kadar sevmedin ki beni,
ben seni sevmekten, kendimi unuttum..
derimi beğenmesen, söküp atmanın yollarını arayacaktım,
ellerimi beğenmesen, yenilerini bulmaya çalışacaktım..
o kadar seviyordun ki kendini,
bir tutam bile ayırmak aklına gelmedi,
benim için...
o kadar seviyordun ki kendini,
doğduğun gün, vazgeçtin benden..
içimdeki yerçekimsizlikle hâlâ asılı duruyor havada
senin için seçtiğim kelimeler..
acıtıyorlar canımı iç organlarıma değdiklerinde her seferinde.
öyle derin bir kuyu kazdın ki, biliyorum ben düşene kadar,
kıyamet kopacak...
son kez sarıldığında sıkıca..
kimse böyle küfür etmemişti bana.
kimse böyle küçük düşürmemişti.
kimse, ayaküstü sikmemişti beni...
sen yine kendin için, günah çıkartıyordun oysa ki..
ve ben hâlâ içimde beslediğim nefretlerden bir tutam bile ayıramıyorum sana...
kafanı koyup uyuduğun,
o otobüsün camı olmak istiyorum..
üşüyüp sarıldığın yorganını kıskanıyorum..
ellerini benden daha fazla tutmuş o tükenmez kaleme özeniyorum..
belki o küçük kız çocuğunun gözleri olmak istiyorum,
sana bakabilen..
en sonunda, siktiğin orospu kadar bile olamıyorum...
susadın mı?
hadi gel...
kendini o kadar çok seviyordun ki,
susuz kalsan beni ağlatırdın saatlerce
ve kana kana içerdin gözyaşlarımı, tuzuna aldırmadan..
o kadar sevmedin ki beni,
muhakkak azarlardın, tuzun suçlusu ben olurdum..
o kadar sevmedin ki beni,
ben seni sevmekten, kendimi unuttum..
derimi beğenmesen, söküp atmanın yollarını arayacaktım,
ellerimi beğenmesen, yenilerini bulmaya çalışacaktım..
o kadar seviyordun ki kendini,
bir tutam bile ayırmak aklına gelmedi,
benim için...
o kadar seviyordun ki kendini,
doğduğun gün, vazgeçtin benden..
içimdeki yerçekimsizlikle hâlâ asılı duruyor havada
senin için seçtiğim kelimeler..
acıtıyorlar canımı iç organlarıma değdiklerinde her seferinde.
öyle derin bir kuyu kazdın ki, biliyorum ben düşene kadar,
kıyamet kopacak...
son kez sarıldığında sıkıca..
kimse böyle küfür etmemişti bana.
kimse böyle küçük düşürmemişti.
kimse, ayaküstü sikmemişti beni...
sen yine kendin için, günah çıkartıyordun oysa ki..
ve ben hâlâ içimde beslediğim nefretlerden bir tutam bile ayıramıyorum sana...
kafanı koyup uyuduğun,
o otobüsün camı olmak istiyorum..
üşüyüp sarıldığın yorganını kıskanıyorum..
ellerini benden daha fazla tutmuş o tükenmez kaleme özeniyorum..
belki o küçük kız çocuğunun gözleri olmak istiyorum,
sana bakabilen..
en sonunda, siktiğin orospu kadar bile olamıyorum...
susadın mı?
hadi gel...
4 Mart 2012 Pazar
Bu gece..
Bu gece yalnızca mide bulantısı..
halbuki öyle olmamalıydı,
düşüp karların tam ortasına,
kırmızıya boyamalıydım onları da..
Sarılmalılardı bana,
uyumalıydık sonra..
Hiç bir pezevengin istemediği gibi..
Sımsıcak sarılıp,
ısıtmalıydı beni kar..
Karda öldünüz mü hiç?
Hissettiniz mi ölürken, ne kadar da sıcaktır.
Adeta teselli etmek istercesine,
gözlerinizi kapatırken,
elleri ne kadar yumuşak,
huzurlu ve sıcacıktır...
Karda ölmeyi denediniz mi acaba?
Hepiniz sıkıcı mısınız,
yatağınızda huzurla ölmeyi dileyecek kadar
ve kafanız güzel mi,
o kadar şanslı olabileceğinizi düşünecek kadar?
Şimdi lütfen,
biraz siktirip gidin..
Çünkü iğrenç ses tonunuz yankılanırken
odamın duvarları kirleniyor,
her geçen saniye..
Temizleyemiyorum,
gözyaşlarım yetmiyor,
ben yetmiyorum...
Hadi, artık gidin...
halbuki öyle olmamalıydı,
düşüp karların tam ortasına,
kırmızıya boyamalıydım onları da..
Sarılmalılardı bana,
uyumalıydık sonra..
Hiç bir pezevengin istemediği gibi..
Sımsıcak sarılıp,
ısıtmalıydı beni kar..
Karda öldünüz mü hiç?
Hissettiniz mi ölürken, ne kadar da sıcaktır.
Adeta teselli etmek istercesine,
gözlerinizi kapatırken,
elleri ne kadar yumuşak,
huzurlu ve sıcacıktır...
Karda ölmeyi denediniz mi acaba?
Hepiniz sıkıcı mısınız,
yatağınızda huzurla ölmeyi dileyecek kadar
ve kafanız güzel mi,
o kadar şanslı olabileceğinizi düşünecek kadar?
Şimdi lütfen,
biraz siktirip gidin..
Çünkü iğrenç ses tonunuz yankılanırken
odamın duvarları kirleniyor,
her geçen saniye..
Temizleyemiyorum,
gözyaşlarım yetmiyor,
ben yetmiyorum...
Hadi, artık gidin...
3 Mart 2012 Cumartesi
bak şimdi, bileklerim ağlıyor, hüngür hüngür..
ne oldu, korkuyor musun benden?
ne görüyorsun gözlerime bakınca da,
gözbebeklerin durmaksızın koşmaya başlıyorlar?
acıtır mıyım canını?
belki de seni öldürürüm diye düşünüyorsun.
ben sadece, beraber değelim istiyordum,
şişenin sonuna..
son yudumda, beraber düşelim istiyordum o uçurumdan..
ne oldu?
korkuyor musun?..
korkma..
ben henüz, sıramı bekliyorum.
bir bir koparıyorsunuz ruhumdan, tüketmenizi bekliyorum.
tüketmek istiyorsunuz, durmaksızın.
acıdan zevk alıyorsunuz siz de, görebiliyorum işte!
ama son lokmadan sonra,
korkmaya başlayabilirsin benden.
çünkü, en mutlu anında,
en zamansız, en beklenmedik, en ani,
en yaşamak isterken..
hiç tereddütsüz saçlarını okşayabilirim
ve ılık bir ölüm olup gözbebeklerini ziyaret edebilirim.
üzülmem, acı çekmem, sevinmem ve asla pişman olmam..
hepsi, ruhsuzluğumdan...
öldürünce yeniden doğacağım, biliyorsun..
korkuyorsun
ve
ancak ve ancak bir orospunun orgazm taklidi gibi titriyor bedenin, korkudan
ve utanmıyorsun...
sen de isa kadar,
orospu çocuğusun...
***
ne oldu, korkuyor musun benden?
ne görüyorsun gözlerime bakınca da,
gözbebeklerin durmaksızın koşmaya başlıyorlar?
acıtır mıyım canını?
belki de seni öldürürüm diye düşünüyorsun.
ben sadece, beraber değelim istiyordum,
şişenin sonuna..
son yudumda, beraber düşelim istiyordum o uçurumdan..
ne oldu?
korkuyor musun?..
korkma..
ben henüz, sıramı bekliyorum.
bir bir koparıyorsunuz ruhumdan, tüketmenizi bekliyorum.
tüketmek istiyorsunuz, durmaksızın.
acıdan zevk alıyorsunuz siz de, görebiliyorum işte!
ama son lokmadan sonra,
korkmaya başlayabilirsin benden.
çünkü, en mutlu anında,
en zamansız, en beklenmedik, en ani,
en yaşamak isterken..
hiç tereddütsüz saçlarını okşayabilirim
ve ılık bir ölüm olup gözbebeklerini ziyaret edebilirim.
üzülmem, acı çekmem, sevinmem ve asla pişman olmam..
hepsi, ruhsuzluğumdan...
öldürünce yeniden doğacağım, biliyorsun..
korkuyorsun
ve
ancak ve ancak bir orospunun orgazm taklidi gibi titriyor bedenin, korkudan
ve utanmıyorsun...
sen de isa kadar,
orospu çocuğusun...
***
Illusion..
bazen, arkamdan koşturuyorlar.. önüme geçmemek için gösterdikleri çabayı hissedebiliyorum.
çaktırmadan bakmaya çalışıyorum, bazen görebiliyorum, bazen göremiyorum..
çok iyi saklanıyorlar..
bir şeylere tekme atıyorlar, sesini duyuyorum.
daha fazla dayanamayıp yüzümü dönüyorum, kimse yok..
kaçmış olamazlar.. demin buradalardı?
yoklar...
bir müddet geri geri yürüyorum, düşmekten korkuyorum..
bir düşsem, kurtulacağım ama, korkuyorum yine de..
sikecek misiniz, öldürecek misiniz, yapacaksanız yapın artık diye bağırmak istiyorum..
sokağın karanlığında çöp bidonlarını devirmek,
arabaların camlarını kırmak istiyorum.
çok param olsaydı, tüm arabaların camını kırardım.
bir akşam, kucağıma gelen kedi ile sokakta yatmak istiyorum, onun sıcaklığında uyumak...
"götün donar" diyor pezevenk.
göt benim götüm, siktir ol git sen de artık demek istiyorum, yine diyemiyorum.
ihtiyacım olmamasına rağmen, ona ihtiyacım var sanıyorum.
o koltukta oturan sürekli değişiyor, ama illüzyon hep aynı kalıyor..
ben sanmaya devam ediyorum,
sanrılar benim peşimden koşmaya devam ediyor.
duyamıyorum, ama muhakkak kahkaha atıyorlar...
sarhoşken, ama çok sarhoşken,
bokunu çıkarmışken artık,
yaşadığın an gözlerinin önüne daha geç bir zamanda geliyor ya, 30-40 saniye kadar mesela,
bazen öyle yaşamak istiyorum hayatı..
olup bittikten sonra farkına varmak..
tam düşecekken arnavut kaldırımla göz göze gelip, düştüğünü anlayıp,
birden bire doğrulmak..
yanındaki orospuçocuğunun bunu anlamaması, garipsemesi, hatta sorması..
"folklör oynamıyorum herhalde orospu çocuğu, neden tutmuyorsun beni?"
diye de azarlamak, yakışıklılıktan geberiyor olmasına bakmadan...
bazen öyle yaşamak istiyorum işte hayatı..
kimsenin suratına bakmadan,
kimsenin sesini duymadan,
kimseyle savaşmak zorunda kalmadan..
çünkü bazen,
çok yoruluyorum,
onlar tutmuyor, suçlu ben oluyorum,
suçu onlara atıyorum,
küfür edince her şeyi sikip atmış oluyorsun zaten,
neyse ki biliyorum,
ben bu illüzyona alışkınım..
yalnız kalamıyorum,
o koltuğa muhakkak biri oturuyor,
ve muhakkak,
benim ağzıma sıçıyor,
pezevenk...
***
çaktırmadan bakmaya çalışıyorum, bazen görebiliyorum, bazen göremiyorum..
çok iyi saklanıyorlar..
bir şeylere tekme atıyorlar, sesini duyuyorum.
daha fazla dayanamayıp yüzümü dönüyorum, kimse yok..
kaçmış olamazlar.. demin buradalardı?
yoklar...
bir müddet geri geri yürüyorum, düşmekten korkuyorum..
bir düşsem, kurtulacağım ama, korkuyorum yine de..
sikecek misiniz, öldürecek misiniz, yapacaksanız yapın artık diye bağırmak istiyorum..
sokağın karanlığında çöp bidonlarını devirmek,
arabaların camlarını kırmak istiyorum.
çok param olsaydı, tüm arabaların camını kırardım.
bir akşam, kucağıma gelen kedi ile sokakta yatmak istiyorum, onun sıcaklığında uyumak...
"götün donar" diyor pezevenk.
göt benim götüm, siktir ol git sen de artık demek istiyorum, yine diyemiyorum.
ihtiyacım olmamasına rağmen, ona ihtiyacım var sanıyorum.
o koltukta oturan sürekli değişiyor, ama illüzyon hep aynı kalıyor..
ben sanmaya devam ediyorum,
sanrılar benim peşimden koşmaya devam ediyor.
duyamıyorum, ama muhakkak kahkaha atıyorlar...
sarhoşken, ama çok sarhoşken,
bokunu çıkarmışken artık,
yaşadığın an gözlerinin önüne daha geç bir zamanda geliyor ya, 30-40 saniye kadar mesela,
bazen öyle yaşamak istiyorum hayatı..
olup bittikten sonra farkına varmak..
tam düşecekken arnavut kaldırımla göz göze gelip, düştüğünü anlayıp,
birden bire doğrulmak..
yanındaki orospuçocuğunun bunu anlamaması, garipsemesi, hatta sorması..
"folklör oynamıyorum herhalde orospu çocuğu, neden tutmuyorsun beni?"
diye de azarlamak, yakışıklılıktan geberiyor olmasına bakmadan...
bazen öyle yaşamak istiyorum işte hayatı..
kimsenin suratına bakmadan,
kimsenin sesini duymadan,
kimseyle savaşmak zorunda kalmadan..
çünkü bazen,
çok yoruluyorum,
onlar tutmuyor, suçlu ben oluyorum,
suçu onlara atıyorum,
küfür edince her şeyi sikip atmış oluyorsun zaten,
neyse ki biliyorum,
ben bu illüzyona alışkınım..
yalnız kalamıyorum,
o koltuğa muhakkak biri oturuyor,
ve muhakkak,
benim ağzıma sıçıyor,
pezevenk...
***
Neurosis
"Siklotimik bozukluk" sik gibi hastalıkmışsın be! Onunbununçocuğu.
***
Bazı insanların gerçekten şiddet görmeyi hakettiğini düşünüyorum. Bunun yanı sıra, yolda yürürken kendi kendimize bağıramıyor oluşumuz, bunun hiç bir zaman moda olmaması ile alakalı diye düşünüyorum. Jöleli sikimsonik saçların bile moda diye kabul görebildiği bir toplumda, çığlık atmak çok ekstrem bir durum. Halbuki ben o an sinirimi çığlık atarak dışa vursam, gidip de kimseyi hırpalamak durumunda kalmam. Büyük ihtimal...
***
Gerçekten bir kedinin bana ne anlatmak istediğini, bir insanın cümlelerinden çok daha fazla önemsiyorum. Dünyanın yemeğini verdikten sonra gözlerimin içine bakıp miyavlamaya devam etmesini, kucağıma alıp sevdikten sonra hâlâ miyavlamasını, suyunu tazeledikten sonra paçalarıma sürtünmesini, gece ben uyurken tepeme çıkıp miyavlamasını anlayabilmek için pek çok şey verebilirim.
Yanı sıra köpekleri anlıyorum mesela. Onlar hep sevilmek ister. Bazen ona söylediğiniz bir kelime ile, bazen elinizi uzatmanız ile deliye dönüp yanınıza koştururlar, hatta üzerinize atlayıp üstünüzü başınızı pati içinde bırakırlar. Bu bence dünyanın en güzel duygusu.
Ama kediler, uykuları gelene kadar hep daha fazlasını isterler..
***
Açık ve net olarak "kleptomaniğim yeaa" tribine girmeden söyleyebilirim ki; hırsızlık yapmayı seviyorum. Kesinlikle hasta falan değilim. Adrenalinin böylesine yüksek olması acayip hoşuma gidiyor. Bence herkesin en azından bir kere denemesi gerek, çocuklukta yapılanlar sayılmaz. Nedense bir defa da yakalanmak istiyorum, ama şimdiye kadar hiç yakalanmadım. Resmen kendime kahve koleksiyonu yapmış olmama rağmen, kimse beni farketmedi. Hesaplayınca 4 haneli bir rakam çıkıyor karşımıza ayrıca, bu sadece kahve kısmı...
***
Yalnızlığa alışmak bazen korkutucu oluyor. Sanırım o korkutucu kısımla karşılaştığım dönemdeyim. Doğada yalnız olmanın normal bir şey olmadığını bildiğim için de, kendimi "belki normali böyledir, çift olmaya falan gerek yok ki" diye kandıramıyorum. İlginç bir yöne doğru gidiyor bu durum, ben de merakla izliyorum...
***
Bazen, hayatta başımıza gelecekleri izlemenin ne kadar eğlenceli olduğunu düşünüyorum. İyi veya kötü, bir kuklanın başına gelenleri izlemek gibi, kötü durumlardan bile bir zevk alınabileceği fikrine kapılıyorum. Sonra sadece tek bir hayatımız olduğunu ve bu hayatı olabildiğince mantıklı kullanmak zorunda olduğumuzu hatırlıyorum. Müdahale etmeden sadece izlemek, hayatıma mâl olabilir, bunun farkına varıyorum. Sonra sinirleniyorum... Çünkü ben sadece izlemek istiyorum. Bedenimin ruhumdan apayrı, saçma sapan şeyler yapmasını izleyip, eğlenmek istiyorum. Bazen çok ama çok pişman oluyorum ve sevemediğim tek şey de bu pişmanlık.. Mutsuzluğu bile seviyorum, bazen güzel cümleler kurduruyor, ama pişmanlık beyindeki tahta kurusu gibi.. Onu sevmiyorum...
***
***
Bazı insanların gerçekten şiddet görmeyi hakettiğini düşünüyorum. Bunun yanı sıra, yolda yürürken kendi kendimize bağıramıyor oluşumuz, bunun hiç bir zaman moda olmaması ile alakalı diye düşünüyorum. Jöleli sikimsonik saçların bile moda diye kabul görebildiği bir toplumda, çığlık atmak çok ekstrem bir durum. Halbuki ben o an sinirimi çığlık atarak dışa vursam, gidip de kimseyi hırpalamak durumunda kalmam. Büyük ihtimal...
***
Gerçekten bir kedinin bana ne anlatmak istediğini, bir insanın cümlelerinden çok daha fazla önemsiyorum. Dünyanın yemeğini verdikten sonra gözlerimin içine bakıp miyavlamaya devam etmesini, kucağıma alıp sevdikten sonra hâlâ miyavlamasını, suyunu tazeledikten sonra paçalarıma sürtünmesini, gece ben uyurken tepeme çıkıp miyavlamasını anlayabilmek için pek çok şey verebilirim.
Yanı sıra köpekleri anlıyorum mesela. Onlar hep sevilmek ister. Bazen ona söylediğiniz bir kelime ile, bazen elinizi uzatmanız ile deliye dönüp yanınıza koştururlar, hatta üzerinize atlayıp üstünüzü başınızı pati içinde bırakırlar. Bu bence dünyanın en güzel duygusu.
Ama kediler, uykuları gelene kadar hep daha fazlasını isterler..
***
Açık ve net olarak "kleptomaniğim yeaa" tribine girmeden söyleyebilirim ki; hırsızlık yapmayı seviyorum. Kesinlikle hasta falan değilim. Adrenalinin böylesine yüksek olması acayip hoşuma gidiyor. Bence herkesin en azından bir kere denemesi gerek, çocuklukta yapılanlar sayılmaz. Nedense bir defa da yakalanmak istiyorum, ama şimdiye kadar hiç yakalanmadım. Resmen kendime kahve koleksiyonu yapmış olmama rağmen, kimse beni farketmedi. Hesaplayınca 4 haneli bir rakam çıkıyor karşımıza ayrıca, bu sadece kahve kısmı...
***
Yalnızlığa alışmak bazen korkutucu oluyor. Sanırım o korkutucu kısımla karşılaştığım dönemdeyim. Doğada yalnız olmanın normal bir şey olmadığını bildiğim için de, kendimi "belki normali böyledir, çift olmaya falan gerek yok ki" diye kandıramıyorum. İlginç bir yöne doğru gidiyor bu durum, ben de merakla izliyorum...
***
Bazen, hayatta başımıza gelecekleri izlemenin ne kadar eğlenceli olduğunu düşünüyorum. İyi veya kötü, bir kuklanın başına gelenleri izlemek gibi, kötü durumlardan bile bir zevk alınabileceği fikrine kapılıyorum. Sonra sadece tek bir hayatımız olduğunu ve bu hayatı olabildiğince mantıklı kullanmak zorunda olduğumuzu hatırlıyorum. Müdahale etmeden sadece izlemek, hayatıma mâl olabilir, bunun farkına varıyorum. Sonra sinirleniyorum... Çünkü ben sadece izlemek istiyorum. Bedenimin ruhumdan apayrı, saçma sapan şeyler yapmasını izleyip, eğlenmek istiyorum. Bazen çok ama çok pişman oluyorum ve sevemediğim tek şey de bu pişmanlık.. Mutsuzluğu bile seviyorum, bazen güzel cümleler kurduruyor, ama pişmanlık beyindeki tahta kurusu gibi.. Onu sevmiyorum...
***
2 Mart 2012 Cuma
Normal gibiyim..
Bir takım güzel haberler aldım bugün.. Artık yaz gelsin, halatlarla mı iplerle mi çekeyim şaşırdım..
Normalde bu kadar üşümem ben. Yıllar yılı İsveç, Norveç diye kendimi bitirdim ama soğuk hava yetti de arttı bile..
Ben biraz normalim bugün. Kime göre normal, orasını bilemiyorum.. Mesela birazdan çıkıp, depresyonda olduğunu sanan hatunlar gibi alışveriş yapacağım. Ayakkabı, hatta çanta alacağım, bir de dambıl almak istiyorum (nasıl yazılıyor lan bu?) Muhtemelen bunların hiç birini almayacağım aslında.. Bir kitapçıya girip "Oha, bunu da alayım!" diyeceğim ve bir kaç tane de kupa, bardak falan alacağım yine.. Sonra, kedilerimden biri onları düşürüp kıracak, ben yine çok üzüleceğim, sinirim bozulacak.. Saçma sapan anlamlar yüklüyorum ben kupalarıma çünkü, neden böyle yapıyorum ben?.. Neyse işte..
Yaz gelsin, ben artık konserlere gideyim. Guns 'n' Roses'ı geçtim, Axl Rose'u en çok benim sevdiğimi, en büyük hayranı olduğumu çevremde bunu dinlemek istemeyen onlarca insana anlatayım. Konserde en çok ben bağırayım, tüm şarkılara eşlik edip edemeyenleri kınayayım.
Yaz gelsin artık, Viyana'ya gideyim ben.. Nasıl olacak bilmiyorum ama, gideyim işte. Paten kayayım orada, herif'ciğim bisiklet sürsün, sonra ben onun sakallarını öreyim, sonra çok içelim..
Aslında ben yaz aylarından nefret ederim.. Sıcak havayı, insan kalabalığını, tepedeki güneşi, asla sevemem.. Gölgede üşüyüp, güneşin altında terlemeyi, bu dengesizliğe alışma gerekliliğini bir türlü kabullenemem. Bok mu var da yaz gelsin diyorum sabahtan beri peki? Bilemiyorum.. Alphaville yüzünden oluyor hep sanırım, "I'm waiting for a shift in the air.." diyorlar, ben de bir bok olacak sanıyorum o zaman. Daha iyi olur belki diye düşünüyorum.
Her neyse.. Yazmasam da olurdu.. Neden yazdım bilmiyorum.. Yazdım artık silemem.. Zaten ben de kalkıyordum...
Normalde bu kadar üşümem ben. Yıllar yılı İsveç, Norveç diye kendimi bitirdim ama soğuk hava yetti de arttı bile..
Ben biraz normalim bugün. Kime göre normal, orasını bilemiyorum.. Mesela birazdan çıkıp, depresyonda olduğunu sanan hatunlar gibi alışveriş yapacağım. Ayakkabı, hatta çanta alacağım, bir de dambıl almak istiyorum (nasıl yazılıyor lan bu?) Muhtemelen bunların hiç birini almayacağım aslında.. Bir kitapçıya girip "Oha, bunu da alayım!" diyeceğim ve bir kaç tane de kupa, bardak falan alacağım yine.. Sonra, kedilerimden biri onları düşürüp kıracak, ben yine çok üzüleceğim, sinirim bozulacak.. Saçma sapan anlamlar yüklüyorum ben kupalarıma çünkü, neden böyle yapıyorum ben?.. Neyse işte..
Yaz gelsin, ben artık konserlere gideyim. Guns 'n' Roses'ı geçtim, Axl Rose'u en çok benim sevdiğimi, en büyük hayranı olduğumu çevremde bunu dinlemek istemeyen onlarca insana anlatayım. Konserde en çok ben bağırayım, tüm şarkılara eşlik edip edemeyenleri kınayayım.
Yaz gelsin artık, Viyana'ya gideyim ben.. Nasıl olacak bilmiyorum ama, gideyim işte. Paten kayayım orada, herif'ciğim bisiklet sürsün, sonra ben onun sakallarını öreyim, sonra çok içelim..
Aslında ben yaz aylarından nefret ederim.. Sıcak havayı, insan kalabalığını, tepedeki güneşi, asla sevemem.. Gölgede üşüyüp, güneşin altında terlemeyi, bu dengesizliğe alışma gerekliliğini bir türlü kabullenemem. Bok mu var da yaz gelsin diyorum sabahtan beri peki? Bilemiyorum.. Alphaville yüzünden oluyor hep sanırım, "I'm waiting for a shift in the air.." diyorlar, ben de bir bok olacak sanıyorum o zaman. Daha iyi olur belki diye düşünüyorum.
Her neyse.. Yazmasam da olurdu.. Neden yazdım bilmiyorum.. Yazdım artık silemem.. Zaten ben de kalkıyordum...
1 Mart 2012 Perşembe
Laurelin, kime yazıyorsun bunları?
"O" adama..
O adam kim Laurelin?
Zihnimdeki, herhangi bir adam..
Nasıl yani Laurelin?
Ben bir tanrıyım, senin nasıl haberin olmaz?!
Hadi bana anlat Laurelin..
Onu ben yarattım. Birden fazlaydılar ve ben buna tahammül edemedim.. Hepsini paramparça edip tek bir soyutlukta topladım.. Fakat o'nu ben görebiliyorum, evet..
O'na ihtiyacın mı var?
Evet, acıya ulaşabilmek ve yeniden doğabilmek için, öldürmem gerekiyor birini.. Bu yüzden ona ihtiyacım var..
Gerçekten onu öldürecek misin Laurelin?
Ed Gein'i tanır mısınız? O çok naziktir.. Çoğu kez kimseyi incitmez ve yaşayan birini öldürmez..
Şu an neredesin Laurelin?
Ah.. Ahşap evimin mutfağında, kahve hazırlıyorum.. Kar yağıyor ve tanecikler gölün üzerine düşerek ona karışıyorlar bir bir.. Köpeğim yatmış, beni izliyor ve sanırım Brahms çalıyor.. Brahms bu, değil mi? Sanırım fa majör, mükemmel..
Çalmak ister misin? Devam etmek istiyor musun?
Ben başka şekilde yaşayamam..
Kendini nasıl hissediyorsun?
Çok iyiyim.. Şu an, adeta tüm insanlar ölmüş gibi hissediyorum. Çok iyiyim...
"O" adama..
O adam kim Laurelin?
Zihnimdeki, herhangi bir adam..
Nasıl yani Laurelin?
Ben bir tanrıyım, senin nasıl haberin olmaz?!
Hadi bana anlat Laurelin..
Onu ben yarattım. Birden fazlaydılar ve ben buna tahammül edemedim.. Hepsini paramparça edip tek bir soyutlukta topladım.. Fakat o'nu ben görebiliyorum, evet..
O'na ihtiyacın mı var?
Evet, acıya ulaşabilmek ve yeniden doğabilmek için, öldürmem gerekiyor birini.. Bu yüzden ona ihtiyacım var..
Gerçekten onu öldürecek misin Laurelin?
Ed Gein'i tanır mısınız? O çok naziktir.. Çoğu kez kimseyi incitmez ve yaşayan birini öldürmez..
Şu an neredesin Laurelin?
Ah.. Ahşap evimin mutfağında, kahve hazırlıyorum.. Kar yağıyor ve tanecikler gölün üzerine düşerek ona karışıyorlar bir bir.. Köpeğim yatmış, beni izliyor ve sanırım Brahms çalıyor.. Brahms bu, değil mi? Sanırım fa majör, mükemmel..
Çalmak ister misin? Devam etmek istiyor musun?
Ben başka şekilde yaşayamam..
Kendini nasıl hissediyorsun?
Çok iyiyim.. Şu an, adeta tüm insanlar ölmüş gibi hissediyorum. Çok iyiyim...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)