23 Ekim 2012 Salı

noonelikeyou...

Giderken, bir veda mektubu bırakmalı mıyım, bilmiyorum..
ama,
muhakkak ama muhakkak son bir kadehi bitirmeliyim gözlerim kapalı,
yaşayamadığım hayatlarımı dışarıdan izlemenin şerefine...
Senin hayalini kurmalıyım,
özlerken beni...
Belki başkasının gözlerine bakarak kaldırdığın,
o kırmızı kadehlerin içerisinde...
Ve mutlaka, sağlamalıyım bilmeni,
ben daima, oralarda bir yerlerde olacağım...
Bir türlü boğazından geçemeyecek,
bir türlü vedalaşamayacak,
bir türlü, bırakamayacağım seni...
Sen rahatsız olacaksın benden,
ben daha fazla sarılacağım, tutunacağım bağdemciklerine...
Gözlerinde acı bir damla yaş olup,
düşmek isteyeceğim dudaklarına...
Bugün kavuşamadığım, o sıcak dudaklarına...
Doyasıya ilgilenmeliyim onlarla,
doyasıya yaşamalıyım, hissetmeliyim...
doymalıyım belki de...

Yanlış bir zamanın ortasında,
avuçlarıma bırakılmış yegane doğruydun sen...
Ben her zamanki gibi,
zamansızlığımla katlettim seni...
Kendi zamansızlığıma çekip, saklamak isterken,
her defasında biraz daha siliniyordun birlikte olduğumuz o kareden...
Ben bile bile,
sonunu göre göre, kılımı kıpırdatamıyordum...

Şimdi sana anlatmalı mıyım her şeyi,
yoksa gözlerimi yummalı mıyım,
kendi karanlığıma...
Dudaklarına bir kez olsun dokunarak mı ölmek,
güzel bu gece,
Yoksa onların sıcaklığını bilmeden,
hissedemeden kayıp gitmek mi bir yıldızın parlak karanlığında...

Haykırmakla çözülmeyecek bu içimdeki...
Anlatmakla anlaşılmayacak..
Ben senin gözlerine bakamayacağım...
Sen benim sesimi bir daha asla duyamayacaksın...
Başlamadan bitireceğim,
ama bu gece en çok,
kendimi öldüreceğim...

18 Ekim 2012 Perşembe

apocalypse...

Bazen durup düşünüyorum... Hayatımızın nefes alma anları, ne kadar da kısıtlı.. Elimizi attığımızda karşımıza çıkmayan yeşiller, bizlerden başka canlılara olan tahammülsüzlüğümüz, birbirimize karşı olan bitmek tükenmek bilmeyen öfkemiz, sürekli yeni tohumlar ekerek suladığımız agresyon, nefret.. Sabah erken uyanmak, modern kölelik, trafik, tanışmaya tenezzül etmediğin insanlarla yan yana yolculuk etmek, öfkeden trafikte bir tanesine okkalı bir küfür sallamak... Geç kalsan, izah etme stresi...

Tüm bunlardan sıyrılıp, yaşamaya haftada kaç dakika fırsat bulabiliyor insanoğlu, bunu bir düşünüyorum... Yapmak istemediği bir şeyi yapmayınca, sorumluluk stresi yüzünden kendini yiyip bitirip, anın tadı bile çıkarılamıyor... 

Peki ya kıyamet gerçekse? 

Ben inançlı biri değilim. Fakat doğa, elbet pes edecek. Doğanın ciğerlerini söküp, onu yiyip bitireceğiz bizler. Onun sayesinde yaşarken, kendi ölüm fermanımızı her gün yeniden imzalıyoruz. Kendini yenileme gücünü, asla umursamıyoruz...

Peki doğa ölürse? Ardından teker teker bizler de öleceğiz... 

Yarın her şeyin sonu gelse, hangimiz bugün yaşadığımız günden, geçirdiğimiz haftadan mutlu olacağız? Biz hayatta bunun için mi varız? Çalışmak, üretmek, tüketmek, teknolojinin en yüksek safhasında olan iletişimsizlik, birbirini anlamayı bile ağırdan almamak, her şeyi olanca hızlılığıyla yaşamak istemek... 
Sevişmek için sevmeyi bekleyememek. Yemek için pişirmeyi istememek. Öğrenmek için okumaya üşenmek. Tanışmak için bir 'merhaba'yı çok görmek. Çimlere uzanmak için bir türlü vakit bulamamak. 

Hayatımızın günlerini umursamadan bir bir geçirirken, gerçekten de bunları mı hak ediyoruz? 
Bir insanı yargılayıp, parmaklıklar ardına koymak, sorunun en mükemmel çözümü mü? 
Parası olmayan eğitilemez, çoğu zaman hastalığa, bazen ölüme terk edilirken, insanlar içinde hak ettikleri gerçekten bu mu? 
Sokağa çıkmadan bir ekran arkasından konuşmak, onunla bununla.. Yapabileceğimizin en iyisi bu mu? 
Karşındaki yarın orada olacakmış gibi güvenle, öfkelenip laflar savurmak, ya da sen hala orada olacakmışsın gibi... Ânı yaşamak bu mu?... 

'Yaratılan' en akıllı varlık olarak ego şişiren insanın yapabileceği en iyi şey bu mu? Kurabileceği en mükemmel düzen bundan mı ibaret? Baş kaldırmaya bile yorgun muyuz? Kendi kendimizi köleleştirip, hayatımızda bir kaç mutlu gün yaşayınca, sevinmek mi doğal olanı gerçekten? 

Kendimizi çaresizliğe kilitleyip, kendi çaresizliğimizle yaşamak, bunun ise hiç canımızı acıtmıyor olması... İnsanoğlunun evriminde, günlerden bugün... 

12 Ekim 2012 Cuma

düşüyor mu,
üşüyor mu  o hece dudaklarımda..
ölüyorumdur belki,
ölümü düşlüyordur dudaklarım da...
üşüyor mu,
seni mi düşlüyor,
geceleri, karanlık yatağında..
bilmiyorum...
ellerini alıp kalbine sıkı sıkı bastırmak,
yeni bir yuva bulmak mı istiyor...
bilmiyorum...
ölmek daha mı iyiydi ellerinde,
dudaklarından intihar ederken,
apar topar,
acelesi varmış gibi hem de,
ölmek diyorum işte,
biraz ciddice bir mevzu ya hani...
buz tutmuş dudaklarında titremek gibi,
sessizce...
korkmadan seviştiğin bedenlerin aksine,
sessizce...
duvara çarpıp bir bir kırdığın,
döktüğün tüm yüzlerin aksine,
sessizce...
cesaret edemeyeceğin kadar belki de,
sessizce...

sağır eden çığlığının yankısı,
sade bir boşluktan ibaret..
kimse duymadan seversem seni,
sevmiş sayılır mıyım yine de?
kimse duymadan bırakırsam kendimi,
dudaklarının arasından,
ölmüş sayılır mıyım yine de?...

9 Ekim 2012 Salı

liar...

son vermek istediğin hayatların başında kendininki mi var Laure?...
nihayetinde, sen de bir insansın ve,
olabildiğince aç gözlü, kendine aşık ve ölüm korkusu ile dolusun,
değil mi Laure?...
kendinden nefret ederken,
diğer taraftan da üzülmemesi için, bir sürü insanı üzmeyi göze alabilirsin,
değil mi Laure?...
üzülmeyi hak ettiğini kendine itiraf edemezken,
köşe bucak kaçıp, saklanmak, seni bu kadar yorarken,
sen kendi benliğinde boğulurken,
uzanacak bir ele muhtaç olduğun gerçeğini bile kabul etmezken,
ölmeyi hak ettiğini düşünmek, nasıl bir his Laure?...
kendine verdiğin sözler bir boka yaramazken,
daha ne kadar harcayabilirsin,
ne kadar bozdurabilirsin ruhunu?
yamalanmış kalbini kim ister artık,
dönüp kim bakar gözlerine Laure?...
hayır, kadehinde biraz olsun bile şarap yok...
fincanında, kahve yok..
istediğin hiçbir şey,
sen, 'sen' olmadan, gelmeyecek sana,
biliyorsun Laure...
yapacak bir şey yok,
yine duracaksın,
ve yine terk edecekler seni bir bir..
yapacak bir şey yok,
hepsinin ardından baktığın gibi bakacaksın,
gözlerinde yağmurlar biriktirip...
yapacak bir şey yok Laure...
yapacak 'çok' şey var...
sen ise, içlerinden sadece yalnızlığı seçtin...
maskeni düşür hadi Laure...
anlat,
hiç anlamayacak olanlara...
neden kağıtların kanıyor,
hadi söyle onlara...

3 Ekim 2012 Çarşamba

Afternoons in Utopia...



Ütopyamda bir öğleden sonrası...
gökyüzü olanca kırmızı...
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
bir köpekle evliyim, patilerim ise pespembe..
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
ölen hiç hayvan olmadı..
Hepsine sarılıyorum ve,
öpücükler konduruyorum burunlarına..
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
en son çocuk binlerce yıl evvel ölmüştü...
Silah sesi kimsenin hatırında kalmadı..
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
Dostlarımızı yemiyoruz..
Her şeyin azına razıyız,
pek çok yeşillik bizimle çünkü...
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
güneş yakmıyor,
bulutlar burnumun ucunu gıdıklıyorlar...
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
gülümsüyorum,
kucağımdaki kedi, gülümsüyor bana..
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
çimenler yatağım olup, ağaçlar örtüyor üzerimi...
Rüyamda bir nehir kucaklıyor beni..
Yunusların dalga sesini hissedebiliyorum..
Ütopyamda bir öğleden sonrası,
uyuyakalıyorum...

Yukarıdan, dünyadaki suretime bakıyorum..
Ellerim kanlı...
Ayaklarım çamurlu...
Zenginim...
Acı doluyum...
Sevgiden olanca uzağım..
Sevgiden, olanca uzağız...