30 Haziran 2012 Cumartesi

paçalarımdan çekiştiriyorlar binlercesi..
gökyüzüne doğru koca bir adım atmak istiyorum..
yıldızların sarkıttığı halatlara tutunup,
tırmanmak istiyorum onlara..
derin bir nefes alabilmek istiyorum,
yüksek basıncın koynunda..
biraz uyuyakalmak istiyorum..
ben yalnızca karanlıkta uyuyabilirim..
sönük bir yıldızın kucağına kıvrılmak istiyorum..

bana yüzgeçler hediye edin..
yalnızca..
o maviliklere sarılmak istiyorum,
okşasınlar tenimi,
sarıp sarmalasınlar,
ben tepemdeki güneşten,
çok uzaklardayken..
çok uzaklardayken ben,
olanca seslerden..
yüzgeçlerim ve ben...

ah, o gramofon benim başımı döndürüyor!
bir taş plak oluyorum o dolunaylı gecede,
yanımda bir şarap kadehi,
kırmızı gülümsemesi ile göz kırpıyor,
cezbediyor beni..
üzerindeki dudaklar kime ait?
hangi kulaklar dinliyor beni?
umursamıyorum...

sokağın bir köşesine kıvrılmış,
o köpeği istiyorum..
yalnız ve yalnızca..
sizler lütfen,
terk ediniz dünyayı..
ikimizi baş başa bırakınız..
lütfen,
artık gidin başımdan..
lütfen...

belki de ben,
gözlerindeki karanlıktan daha fazlası olmak,
istemiyorum,
yalnızca...


26 Haziran 2012 Salı

Razorblade...

Dizleri hariç, hiç kanamamış insanlar var..
Canlarının yanmasından deli gibi korkuyorlar.. Diğer insanların yaptıkları yüzünden, canları yeterince yanıyor zaten.. Pürüzsüz ciltlerine zarar gelmesini istemiyorlar. Acılarını sonuna kadar ruhen yaşamak istiyorlar... 

Geçmişten küçük bir kız, bir şeyler anlatmak istiyor...


Acılarımı büyütecek kadar küçük bir yaştayım, bugün, bu karanlık odada.. İç dünyama kıyasla oldukça küçük ve oldukça dar.. Sevmediğim bu evdeki bu oda, tüm huzursuzluklarıma açılıp, kapanan, bir kapı gibi.. 
Hemen karşısında bir banyo kapısı var.. Ezan sesi ile birlikte beni en huzursuz eden şeylerden biri de, bu kapı.. 
Annem ve babam, bu evde yoklar.. Babam, olması gerekenden daha uzun bir süredir yok.. Annem, alışık olduğumdan çok daha uzun zamandır yok.. 
Olmaması gereken bir sürü insan var.. 
İçten içe yaşamayı hak etmediğim, zorunda olmadığım şeyler oluyor.. Neden hak etmediğimi ve katlanamadığımı, daha sonra anlayacağım.. Henüz anlayamıyorum.. 
Dostoyevski okuyorum.. 
Şarap, güzel geliyor.. Vodka kusturuyor.. 
Babamı özlüyorum, çok acı çekiyorum. Aşık olduğum ilk erkeğin yokluğuna tahammül edemiyorum. 
Bu odanın duvarlarına tahammül edemiyorum..
Bir şekilde canım yanıyor, göremiyorum...
Manevi halden maddi hale bürünmelerini, onları seyredebilmeyi istiyorum... 
Banyoda, aynanın önünde minik jiletler var..
Aklımdan neler geçiyor bilemiyorum... 
Bir tanesini, kaygan kağıdını bozmadan çıkarıp avuçlarımın arasına alıyorum,
iki adım sonra odamdayım.. 
Parmaklarımı üzerinde gezdiriyorum.. 
Keskin bir tarafı yok gibi?
İncecik, ağır da değil.. 
Bunu git gide merak ediyorum.. 
Sağ kolumu kendime çeviriyorum.. 
Enlemesine bir çizgi.. Hiçbir şey olmuyor.. 
Bir şey görünmüyor.. acı yok, kesik yok, kan yok.. 
Hafif bir çizgi daha.. 
Hiçbir şey olmuyor.. 
Bir tane, bir tane, ve bir tane daha.. 
Anlayamıyorum, böyle olmamalı.. 
Hafif jileti masanın üzerine öylece bırakıyorum. 
Belki de ben tam bir korkağım.. Minik korkağın teki.. 
Kimse uyanmadan şunu yerine koymalıyım.. 
Banyonun ışığı gözümü alıyor, karanlık ve ufak odadan sonra..
Aynaya bakıyorum, jileti kağıdına yerleştiriyorum.. 
Yoğun bir kırmızılık, gözüme çarpıyor..
Kendi kanım, küçük pıtırcıklar oluşturmuş, derimin üzerine çıkmaya çalışıyorlar.. 
Hafif bir sızlama...
ve yanma..
Hemen kolumu yıkayıp odama peçetelerle dönüyorum.. 
Kan sakinleşiyor çabucak...

Bu minik acı ve sızlama, hoşuma gidiyor.. Bir alışkanlığa çeviriyor kendini..
Terleyince, vücudumdaki tuzla beraber yanıyor..
Güneş değince, daha da yanıyor..
Beyaz tenimin üzerinde kırmızı kırmızı parlıyorlar.. 
Acımı kendi ellerimle kontrol edebiliyorum, tam o anda.. 
Acımdan utanıyorum, insanların baskılarını, 
aslında asla ellerimde olamayacak o özgürlüğün yokluğunu fark ediyorum.. 
Bakışlarındaki anlamamazlığı.. 
Acısını seven bir insan olabileceğine ermeyen akıllarına bakıyorum uzaktan.. 
Acılarımı seviyorum.. 
Onları görüp, onlara dokunabilmeyi, daha da çok seviyorum.. 

Soyut acılarla birebir, tamamen aynı bir acı, tenimdeki.. 
Önceleri hissetmeden, sonraları hafif bir sızı ile..
Daha sonra durmadan kanayarak, 
ve uzun bir müddet tazeliğini koruyarak, duruyor, olduğu yerde.. 
Sızlıyor, yanıyor, kabuk bağlıyor, bazılarının izi kalıyor.. 
Göremediğim için unuttuğum acıların aksine, 
orada bana sürekli kendini hatırlatıyor.. 

***

17 Haziran 2012 Pazar

sen hangi hissi seviyorsun? diye sordu, mutsuz'luğu seven adam...
hepsini.. diye cevaplayıverdim.. onunla konuşurken asla "sanırım" demek istemiyordum.. "bilmiyorum" dememeye dikkat ediyordum... kendinden emin bir kedi gibi dik durmak istiyordum karşısında...
hiç "bilmiyorum" demiyorsun, ben çok diyorum sanırım.. herkesi kendim gibi sanıyorum şu sıralar... deyiverdi, aklımdan geçenleri okumuş gibi.. belki de okuyabiliyordu. keşke okuyabilseydi...
her şeyi bir bir anlatabilseydim ona keşke..
denizin üzerinde bulundurduğu bir sandalı olsa,
dört tarafı denizle çevrili bir kara parçasına atsaydık kendimizi keşke...
ben dünyanın gerçekliğinden uzak peri masallarına dalmışken,
bir şarkı söyler misin? cümlesiyle kendime geldim.. gözlerinin içinde kendimi görebilsem, inan söyleyemezdim...
bir, iki, üç... öylece akıp gittiler dudaklarımdan...
biliyor musun, adamın birine yalvarıyorum, ona şarkı söyleyebilmek için... diyesim geliyor.. diyemiyorum..
sesimi duymak istemesi için kendimi parçalayasım geliyor... diye anlatmak istiyorum, anlatamıyorum...
uyanınca aklına düşebilmek için kilometrelerce koşasım geliyor... söyleyemiyorum...
beni bir kere özlesin diye kalbimi ellerinin arasına koymak istiyorum... 
öfkelenmek, delicesine sinirlenmek ona, duvarları yumruklamak istiyorum... yapamıyorum... 
hüngür, hüngür, ağlamak istiyorum sinirimden... ağlayamıyorum...
bunları sana anlatamıyorum...
anlatmam gereken, sen değilsin...
ben de değilim...
bazen, sinirden ağlayasımız gelir ya... bazen, çok sevdiğimiz birine sinirlenip.. hani ağlamak isteriz ya, sinirlenemeyip... işte, ben o hissi sevmiyorum... 
gözlerimin içinde gülümsemesi yankılanıyor... anlıyor belki de...

***

o'na olan zaafımdan, utanıyorum adeta..
kendi kendimi azarlıyorum,
kendi dizlerimi kanatıyorum,
hep salıncaklardan düşüyorum,
bisikletten yuvarlanıyorum...
şekeri alınmış bir çocuk gibi,
zırıl zırıl ağlamak istiyorum...

beklemek dünyanın en büyük işkencesine dönüşüyor...
öfkem bir med cezir gibi kayalara çarpıyor,
büyüdükçe büyüyor zihnimde,
tek bir cümlesiyle ıslak kumlardan geriye çekiliyor...
uysal bir kedi gibi kıvrılıyor koltuğun köşesine...

ben,
utanıyorum...

***

sana sorduğumda "iyiyim" demedin... sanırım sen, herkes gibi değilsin... 
iyi olmak için de, kötü olmak için de bir çok nedenim var, ya da bir tek nedenim bile yok... ama "normal" olmak açıklama gerektirmiyor.. işte ben insanları, böyle seviyorum... 


***


sırf
sen seviyorsun diye, 
kendimi, 
uçurumdan aşağı atamıyorum... 













13 Haziran 2012 Çarşamba

ben istiyorum ki;

bu gece,
herhangi bir gece,
sakin olun istiyorum..
sakin olun,
lütfen Beethoven dinleyin,
7. Senfoni'nin 2. bölümünü açın,
mesela, dinleyin...
şu an yaptığım gibi..
sizin de aklınızdan binlerce şey geçecek mi?
merak ediyorum...
onlarca, yüzlerce, binlerce şey...
buraya yazamayacağınız.
anlaşılacak bir müzik değil,
hissedilecek bir müzik,
huzur bulmak, dinlenmek, sakinleşmek için değil,
her duyguyu hissetmek için,
öfkeyi, heyecanı,
dinginliği,
ve, saire...

içimde,
içime oturan kocaman bir his,
büyük bir boşlukta oturan kocaman bir his,
saçmalık... 


şu an yaşadığımız,
yaşamak zorunda olduğumuz her şey,
sanki tamamen saçmalık...
tamamen...
...

Electric blue eyes, where did you come from?...

kafamı kaldırmaya mecalim yok gibi..
kafamı kaldırmadan yazıyorum
yanlışlarımı asla umursamadım..
onları sürekli tekrar etmemden anlıyorum bunu..
klavyenin her tuşunu ezbere biliyorum..
kafamı kaldırmaya ihtiyacım yok.. olmuyor..
hata yaparsam, aynı hatayı ikinci kere tekrar edeceğimi de biliyorum..
bu yüzden onu önemsememe gerek yok...
zamanım bolmuş gibi, onu kaybedip duruyorum..
ne yazmaya gelmiştim ben buraya?...

ah, evet.
saçma gidişini,
saçma dönüşünü
ve her hamlende bir öncekinden daha fazla sıçtığın ağzımı..
sanırım, bunları yazacaktım..

kırık kalpler çarpmıyormuş, haberin var mı?..
tamir olmuyorlarmış,
ve bir daha geri gelmiyorlarmış...
halbuki,
o zarfı açıp okurken parmaklarından düşenleri,
sesinin tınısı kulaklarımda yürürken,
gülümserken,
kalbim allegro bir esere eşlik ediyor gibiydi adeta...
sen her şeyi mahvettikten sonra,
ayağa kalkıp ne yapmalıyım, bilemiyorum..
bu sefer, gerçekten
bilemiyorum..
çünkü biraz yorgunum,
ondan da fazlası, durgunum...
geleceğini biliyordum,
bu en kötüsüydü...
bazen bilmek,
evet en kötüsüdür..
hep bilmek isteriz ya?

ben her dilek hakkımda, seni diledim...
inanmak istememecesine içten bir şekilde inanarak,
her üflediğim mumda,
her kapattığım falda,
her yıldız kaydığında,
yanağıma düşen her kirpikte,
ben salak bir çocuğa dönüştüm..
senin sesini bir kez daha duyabilmeyi diledim...

çocuklar çabuk sıkılıyor,
çabuk vazgeçiyordu..
gözden kaçırdığım önemli bir detaydı sanırım...

yine de,
bilemiyorum...
ben aynı hatayı tekrar tekrar tekrarlamadan önce,
bi' siktir olup gitsen keşke...